Paylaş
Herkes bana ördek diyor
(Hem de yağmur bile yağmadan)
Eşim Tolga, bana mutlaka bir şey demek istemişti. Çünkü, rafadan yumurtanın sarısını kayısı, yani yumuşak sevdiğimi bildiği halde katı pişirmişti. Üstelik kahvaltı masasını da tek kişilik hazırlamıştı.
‘‘Demek 36 yıllık evlilikten sonra insanlar eskiyor ve kahvaltılarını tek başına yapıyor!’’
‘‘Benim kahvaltı etmediğimi bilirsin.’’
‘‘Ama yine de sofraya otururdun ve çayı beraber içerdik.’’
‘‘Görüyorsun ki gömleğinin ütüsünü yetiştirmeye çalışıyorum.’’
‘‘Ama niye gri-beyaz çizgiliyi değil de mavi kareliyi ütülüyorsun? 'Gri seni şişman gösteriyor, artık iyice göbeklendin' mi demek istiyorsun bana?’’
‘‘Hayır, onu demek istemiyorum. Sadece gri gömleğin temiz değil.’’
‘‘Hey gidi hey!.. Bir zamanlar, bu evde gömleklerim günü gününe yıkanırdı.’’
‘‘Çıkarıp attığın yeri bir bulabilsek, yine günü gününe yıkanacak ama kimi gardrobun üstünde, kimi karyolanın altında olunca bulana kadar bazen birkaç gün geçiyor.’’
‘‘Yani, sen şimdi bana pasaklı mı diyorsun?’’
‘‘Pasaklı demiyorum ama bir hayli dağınıksın.’’
‘‘Bana söyleyeceğini işte böyle yüzüme karşı söyle. Ben katlanırım. Ama yumurtaları katı pişirerek, benimle sofraya oturmayarak acı imalarda bulunma!..’’
Tolga derin bir soluk koyverdi, ama bir şey söylemedi. Ben de kırık bir kalple gazeteye gelip Yazı İşleri Müdürü Fikret Ercan'ı yakaladım.
‘‘Dün, karikatürümü yine sayfanın başına değil de aşağıya koymuşsun. Bana bir şey mi anlatmak istiyorsunuz?’’
‘‘Sen de bilirsin, başlığı olmayan resim sayfa tepesinde kel gibi durur. Onun için karikatürü başlıklı bir haberin altına koyduk.’’
‘‘Hayır, karikatürlerimi beğenmiyorsanız bunu bana açıkça söyleyebilirsiniz.’’
‘‘Estağfurullah ağbi, kırk yılın karikatürcüsünü beğenmemek ne haddimize!..’’
‘‘Bak şimdi de 'Kırk yıldır aynı şeyleri çize çize sen artık örümcek bağladın. Senin modan geçti!..' demeye getiriyorsun lafı... Demek ki benim gitmemi istiyorsunuz.’’
‘‘Senin yorgunluktan biraz sinirlerin bozulmuş. Niçin yıllık iznini alıp şöyle bir dinlenmiyorsun?’’
‘‘Bu da beni başınızdan defetmenin kibarcası oluyor değil mi?’’
Bu sözüm üstüne Fikret, anlaşılmaz bir şeyler mırıldanarak Yazı İşleri Servisi'nin bilgisayar labirentlerinde hızla kayboldu. Odama gelip oda komşum Yasemin Boran'a selam verdim.
‘‘Yasemin Hanım, size selam verdim ama görmezden geldiniz.’’
‘‘Ah afedersiniz, yazıya daldırmışım fark edemedim.’’
‘‘Demek ki artık fark edilmeyen bir adam haline gelmişim. Eh, insan düşmeyegörsün!..’’
‘‘Aman Oğuz Bey, sizi fark etmemek mümkün mü? En azından bu boyla...’’
‘‘Böyle yalı kazığı gibi olmak benim suçum değil!..’’
‘‘Ben öyle bir şey demedim ki.’’
‘‘Ben, ses tonundan insanların ne demek istediğini anlarım. Tiyatroya bunca yıl boşuna emek vermedik.’’
Yasemin, özür dileyip aceleyle yazısına döndü. Bugün, herkes bana bir laf dokunduruyor. Mustafa'nın getirdiği çay bile soğuktu. Gazeteden ayrılmaya niyetlendiğimi anlaşılan çaycı da duymuştu.
Gazetelere göz gezdirip Doğan Hızlan'ın yazısını okurken yine aklıma geldi. En yakın asansöre atlayıp 11'inci kata çıktım. Doğan'a,
‘‘Asıl sen şiirden anlamıyorsun!..’’
dedim.
Doğan, insanın kanını donduran her zamanki keyifli sükunetiyle,
‘‘Neden?..’’
diye sordu.
‘‘Çünkü, Yahya Kemal'in o şiirinin vezni failatun failatun failûn değil, failatun failatun fe'lün'dür. Yani bir hece eksik ve iki ses kısadır.’’
‘‘Hangi şiirinin?’’
‘‘Söylüyorlardı da inanmıyordum, sen sahiden bunama arazı gösteriyorsun. Hani veznini tartıştığımız şiirinin...’’
‘‘Uydurma, ben seninle herhangi bir konuyu tartışacak kadar enayi değilim. Hele şiiri... Allah göstermesin!..’’
‘‘Sen bana sonu failûn'le bitiyor diyerek şiirden anlamadığımı ima ettindi!..’’
‘‘Ne zaman?..’’
‘‘Edebiyat dersinden çıkınca... Hani, Baha Bey beni tahtaya kaldırmıştı.’’
Doğan, ısırdığı çöreği ağzında unuttu ve yanağı şiş bir şekilde yüzüme bakakaldı. (Zaten o bir çörekomandır.) Onunla bir süre Kocamustafapaşa'da kapı komşu oturuyorduk. Bu nedenle ikimiz de Davutpaşa Ortaokulu'na gidiyorduk. Doğan, 1949 yılının Ekim ayında ve bir edebiyat dersinde bir şiir veznini bahane edip benim şiirden anlamadığımı ihsas ve ima etmişti.
*
Doğrusu herkesten beklerdim de, bu kamışları bizim Haber Müdürü Reha ile Kanat'tan beklemezdim. Bütün gün iğnelene, örselene çalışıp ve bütün imalara göğüs gerip efkâr dağıtmak üzere akşam gazetenin barına indimdi. Daha ikinci kadehte Reha, gazeteciliğin ne kadar değiştiğini, eski değerlerin artık geçersiz olduğunu anlatmaya başladı. Aklınca lafı,
‘‘Artık senin işin bitti... Yeni yayıncılık anlayışında dinozorlara iş yok!..’’
demeye getiriyordu. Hele Kanat, bilgisayar iletişiminin yazılı basın haberciliğinden hızlı olduğundan başlayıp İnternet'te en az 100 bin karikatür olduğunda bitiriyordu sözü...
Tabii bunları, benim bilgisayardan hiç anlamadığımı bildiği için domuzuna söylüyordu. 60'ından sonra cahillikle suçlanmak insanın ağırına gidiyor doğrusu!.. Ben de gerekli cevapları döşenmeye başlayınca Reha ve Kanat, sözümü bitirmemi beklemeden hesaplarını ödeyip gittiler ve beni bar sandalyesinde tüneyik bir halde sap gibi yalnız bıraktılar.
*
Artık barda oturamazdım ama bu ruh haliyle eve de gidemezdim. Bizim gazeteye yakın yarı kebapçı yarı meyhane bir yer buldum. Kimseyi tanımadığım için iteklenip penteklenmeden gönül rahatlığıyla bir yolluk içip eve düzgün bir moralle dönebilirdim. Garsonu çağırdım.
‘‘Ben burada ikinci sınıf müşteri miyim?’’
‘‘Ne demek ağbi, dükkânımız üçüncü sınıftır ama müşterilerimizin hepsi birinci sınıftır.’’
‘‘Öyleyse ne halt etmeye şu yan masadaki magandanın etrafında pervane oluyorsun da ben çağırdığım zaman ipine sallamıyorsun? Hem bir ona getirdiğin pilakiye bak, bir de benimkine!.. Kıronun pilakisi benimkinin iki misli!.. En az on fasulye daha fazla... Bizim ödediğimiz lira da herifinki dolar mı?’’
Ben bir garson tarafından bile aşağılanmanın isyanını yaşarken bitişik masadaki saçı sakalına karışmış ve benden en az 20 kilo fazla görünen herif, gelip karşımdaki sandalyeye çöktü.
‘‘Sen bana kıro dedin.’’
‘‘Yok canım, sana öyle gelmiş.’’
‘‘Dedin dedin... Hem kıro hem maganda dedin.’’
Herifin kalıbına alıcı gözüyle bir daha baktım.
‘‘Estağfurullah, sözün gelişi canım...’’
‘‘Erkek adam lafını döndermez. Dedin mi, demedin mi?’’
‘‘Eee, dedim be!.. Ne olacak?’’
‘‘Bir şey olmayacak, çünkü sen haklısın. Ben hem kıroyum hem de magandayım. Hatta hıyarın biriyim.’’
Bir anda içim sevinçle doldu. Bedenimdeki 90 kilo ağırlığın en az 40 kilosu uçup gitti.
‘‘Yani sen maganda mısın?’’
‘‘Evet!..’’
‘‘Kıro musun?’’
‘‘Evet!..’’
‘‘Hatta hıyarın birisin!..’’
‘‘Evet!..’’
‘‘Peki lan, o zaman ben de eşşeğin biriyim!..’’
Oh yahu, meğer yaşam ne kolaymış... Coşku ile yineledim:
‘‘Evet ben bir eşşeğim!’’
‘‘Öyle ise bütün eşeklerin ve sıpaların şerefine içelim ağbiciğim.’’
Bir an durdum, genç maganda meyhane arkadaşım, acaba ‘‘sıpa’’ diyerek benim moruk olduğumu mu ima etmek istemişti?..
Paylaş