Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Kahrolsun tüketim

Geçenlerde giysi dolabını açtım. Dört atlet fanilası, üç gömlek, iki pantolon ve üç çift çorabı üst üste giydim. Gömleklerin üstüne bir kollu, bir kolsuz kazak ve hepsinin üstüne de hırkamı giyindim. Deri ceketimi de giyecektim ama, fıçıya döndüğüm için içine giremedim. Dolaptaki giyemediğim kalan gömlek ve pantolonlara öfkeyle baktım. Evin içi felaket sıcaktı. Takvimini şaşırmış bir yaz güneşi vardı. Üstüne üstlük kapıcı da kaloriferi yakmıştı. Hemen salona koşup pencerenin önündeki bir koltuğa oturdum ve Hürriyet gazetesini elime aldım. Başlıklara bir göz atıp derhal karşı koltuğa geçtim ve Sabah'ı okumaya başladım. Bir dakika sonra fırlayıp 40 metrekarelik salonun diğer bölümüne geçtim, biraz Tempo dergisini karıştırıp kanapede Deşyıl Hemit'in Kızılhasat romanından bir sayfa okudum. Sonra, sırayla çalışma masalarımı dolaşıp günlük karikatürümü çizmeye başladım. (Kağıt, kitap, terlik, boya, dergi, çay ve içki bardakları, müzik kasetleri, tabak gibi yanyana gelebilmesi imkansız bir sürü edavatla üstlerini hemen doldurduğum için bana tek çalışma masası yetmiyor. İkisi arka odada olmak üzere, şu anda 5 çalışma masam var. Hepsinin üstü dolunca yemek masasını da kullanıyorum.)

Aynı karikatürü dört ayrı masada çizdim. Karikatür biter bitmez bir koşu gidip televizyonu, radyoyu, teybi ve CD çaları açtım. Pikaba da 33'lük bir plak yerleştirdim. Bir eksiklik duygusu hissettim, yatak odamdaki saat-radyoyu açmayı unutmuştum. Hem radyoyu açıp hem de saatin zilini öttürdükten sonra mutfağa koştum. Mutfakta 6 kişilik yemek masam vardı. Her sandalyenin önüne birer düz birer çukur tabak koydum. Sonra da çatal, kaşık ve bıçakları dizdim. Tabii, peçete koymayı da unutmadım. Evde yenecek ne varsa tabaklara doldurdum. Kadehlerin üçüne şarap, üçüne de rakı koydum. Ama dolapta bira kalmıştı. Masaya iki bardak da bira koydum.

Hemen baş sandalyeye oturup önümdeki Arnavut ciğerinden bir çatal aldım. Bir yudum rakı içip ağzımı peçeteyle kuruladım ve yandaki sandalyeye geçtim. Tolga'nın pişirdiği ve iki gündür bitiremediğim domates çorbasından bir-iki kaşık alıp üstüne şarap içtim. Sonra yandaki sandalyeye oturup Elif'in yaptığı patates yemeğinden yedim. Üstüne biramı içip sandalyemi değiştirdim. Bu sırada salondaki Radyo-Blue kanalında Portekizce şarkılar çalıyordu. (Bu Mavi Radyo'yu çok seviyorum. Çünkü şarkı aralarında çatlak sesli bir kız veya oğlan yayık bir Amerikanca taklidiyle Türkçe konuşmaya çalışmıyor. Yani, sunucu dedikleri cırtlamuklar Mavi Radyo'da yok.) Radyoda Portekizce şarkılar söylenirken teypte Neşet Ertaş bozlak okuyor, CD çalarda Kerem Görsev piyanosuyla caz çalıyordu. Televizyonda ise ciyak ciyak bir herif araba krikosuna benzeyen çok milyonluk aleti göbeğinize dayayıp nasıl zayıflayacağınızı, aslında karın adalelerinizi sakatlayıp midenizi nasıl deleceğinizi anlatıyordu. Yatak odasındaki radyoda ise, TRT-3'ün Almanca haberleri okunurken, pikapta Şostokoviç'in bol trompet ve obualı sazları salonu inletiyordu. Saat zillerinin sustuğunu hissedince yemeği bırakıp bir koşu saatleri kuruyor ve tekrar çaldırıyordum. Tam 5'inci sandalyede Balık Pazarı'ndan aldığım torikten basılmış lakerdayı yiyip rakımı içerken telefonlar aklıma geldi. Evdeki birinci telefondan evdeki ikinci telefonu aradım. Sonra ahizeyi açık olarak masaya bıraktım. Artık ikisi de çalışıyordu. Biri ötekini arıyor, aranan da hababam çalıyordu. Üçüncü masa turunun altıncı sandalyesinde hafiften fenalık geçirmeye başladım. Bu sıcakta hırtlamba gibi giyinmem, altı kişilik yemek yiyip içki içmeye çalışmam, o panayır yeri patırtısı içinde odalar arası koşuşturmam sonucu kalbim teklemeye ve tansiyonum basket oynamaya başlamıştı. Son olarak, buzdolabında bulduğum kolayı rakıya karıştırmaya çalıştığımı hatırlıyorum.

* *Ê*

Gözümü açtığım zaman eşim Tolga'nın kaygı ve küskün bakışlarıyla karşılaştım. Arkasında da kadim dostumuz, aile doktorumuz Prof. Aydın Kargı duruyordu. Tolga bütün gün telefonun meşgul olmasından kuşkulanmış, Levent'teki evden benim Mecidiyeköy'deki çalışma evine gelince, beni mutfakta yere serili bulmuş ve Aydın'ı çağırmış. Aydın da her zamanki hızır gibi yetişmiş. Tolga,

‘‘Ne oldu?’’

diye sorunca, öfkeyle cevap verdim:

‘‘Ben bir kişiyim!..’’

‘‘Hepimiz öyleyiz.’’

‘‘Ama ben kendimi altı kişi sanıyorum ve altı kişilik satın alıyorum. Bir sürü gömleğim, çamaşırım, çorabım, pabucum, kazağım var. Yüz yaşına kadar yaşasam bunları eskitemem. Hatta, göbeğim durmadan yana ve öne doğru fırladığı için bir kere bile giymeden attığım giysilerim var. 140 metrekarelik bir çalışma evi aldım. Evde bir sürü oda, bir sürü sandalye, koltuk ve kanape var. Nasıl yakılacağını bilmediğim bir şömine bile var. Oysa benim buralarda gezdirip oturtacak bir adet kıçım var. Evde en kabadayısı 30 metrekarelik yer kullanabilirim. Japonlara bak, 15 metrekarelik bir evde bir aile yaşıyor. Okumaya, bakmaya asla sıra gelmeyecek binlerce kitabım var. Kitaplığa bakarken bazen aynı kitabı üç kez aldığımı fark ediyorum. Buzdolabında bütün apartmana bir hafta ziyafet çekecek kadar yiyecek ve yemek malzemesi birikmiş. Mahalledeki bütün apartman cephelerini boyayacak kadar resim malzemesi almışım. Boyalarım kurudukta atıp hababam yenilerini alıyorum. Bir apartmanın altıncı katında marangozhane açacak kadar marangozluk araç ve gerecim var. Son aldığım elektrikli tornavida ve çekiçli matkabın ambalajlarını bile daha açmadım. Hem yürümekten nefret ediyorum, hem de çifter çifter pabuç satın alıyorum. Veee kullanamayacağım bu ıvır ve zıvırlara eşşek yüküyle para ödüyorum. Bu musibetler yüzünden ırgat gibi çalışıp aybaşını zor getiriyorum. Ama artık yeter!.. Artık maymunun gözü açıldı!.. Hepsini yiyip, giyip kullanacağım!.. Son meteliğine kadar paramı geri alacağım. Okuyamadığım kitapları okuyup bana anlatsınlar diye parayla adam tutacağım. Eskitebilmek için aynı anda ayrı çiftlerden tek tek birer pabuç giyip öyle dolaşacağım!.. Komşu korkusuna boşverip pata küte masalar, dolaplar yapıp satacağım. Evin bütün duvarlarına çiçek resimleri yapıp boyalarımı bitireceğim!.. Bana durmadan bir şeyler satan alçaklara günlerini göstereceğim!..’’

diye bir avaza bağırırken Aydın koluma bir iğne yaptı, gözlerimin önünde elektrikli testereler, bilgisayarlar, ayakkabılar, 12 kişilik çatal-bıçak takımları, baharat şişeleri, smokinim filan dans ederken kendimden geçtim.

* *Ê*

İki gün sonra Tolga beni hastaneden alıp çalışma evime getirdi. Koca salonda sadece iki sandalye ve bir masa vardı. Mutfağa koştum, ocakta küçük bir tencere domates çorbası, buzdolabında da üç dilim peynir ve su vardı. Yatak odamda ise yere serilmiş bir yatak... Pencerelere ‘‘Satılık daire’’ yazan kağıtlar yapıştırılmıştı.

‘‘Geri kalan her şeyi sattım, satamadıklarımı da hediye ettim.’’

dedi Tolga.

Birden içimi bahar yeli gibi serin bir huzur kapladı. Bir lokma ekmek ve bir hırkayla mutlu olan eski dervişler aklıma düştü. Gidip masama oturdum. Üstü tertemiz kocaman bir masaydı. Artık masamı dağıtma tehlikem de yoktu. Üstünde sadece bir defter, bir şişe çini mürekkebi, silgi ve birkaç kalem vardı. Çekmeceleri de boşaltılmıştı. Keyifle bir sigara çıkardım. Tolga,

‘‘Kibrit mutfakta... Çakmak koleksiyonunu da sattım.’’

dedi.

Tüketim azgınlığı yüzünden insanlıktan çıkmama mek parmak kalmışken karım bir kez daha hayatımı kurtarmıştı.

‘‘Artık sana günde 1 milyondan fazla para da vermeyeceğim.’’

dedi.

Pencereyi açtım. Boğaz'dan gelen iyotlu havayı içime çektim. Salacak'a gözlerimi daldırıp mutlulukla sırıttım.

* *Ê*

Şu anda, sabahın 8'i... Paşabahçe'nin kapısında mağazanın açılmasını bekliyorum. Dün, televizyonda reklamını gördüm; harika çeşm-i bülbül sürahi ve bardak takımları gelmiş. Buradan Gotze marketine gidip bir kaynak makinesi alacağım. Marangoz takımlarımı tekrar tamamladım. Yalnız elektrikli testerem eksik. Sipariş verdim, salı günü getirecekler. Tabii, bunları eve götürüp Tolga'ya gösterecek kadar enayi değilim. Yeni kiraladığım bir dairede saklıyorum. Biliyorum bir gün mutlaka lazım olacaklar. Harcayacak günlük sadece 1 milyonum olduğu için Tolga'nın içi rahat. Çünkü, kredi kartı ve çek defteri gibi karışık işlere hiç aklı ermez.

İçinizde kovboy tabancası şeklinde çakmağı olan varsa beni arasın. Çakmak koleksiyonumda o eksik kaldı.

Yazarın Tüm Yazıları