Hayal pekliği çekiyorum

Ben yine boş kafayla ve boş gözlerle denizi seyrederken kapı çalındı. Serhat nihayet gelmişti.

‘‘Bugün hayallerden ne var?’’

Serhat koltuğa oturup elindeki defteri açtı.

‘‘Yazdığın kitap dünyada 30 ayrı dile çevriliyor.’’

‘‘Olmaz.’’

‘‘Niye be abicim, hatta sonunda Nobel Edebiyat Ödülü bile görünüyor sana.’’

‘‘Olmaz, çünkü kitap yazmak için yine ırgat gibi çalışmak gerekiyor. Çalışmasız bir hayal yok mu?’’

‘‘Hint mihracesi olma hayaline ne dersin?’’

‘‘İstemez, oraları çok sıcaktır. Üstelik Hindistan'ın sokakları da çok pis.’’

‘‘Ya geçmişe yolculuk? Örneğin, günümüzün teknik bilgisiyle Yıldırım Beyazıt'a yardım ediyorsun. Ordusuna top, tüfek yaptırıyorsun. O da Ankara Meydan Savaşı'nda Timur'un ordusunu perişan edip Anadolu'yu yanıp yakılmaktan kurtarıyor. Seni de sadrazam yapıyor.’’

‘‘Oğlum Serhat, sen salak mısın? Tarihte kellesini kurtarmış kaç sadrazam var? Sadrazamlık falan istemez!’’

‘‘Öyleyse seni padişah yapalım.’’

‘‘Ben kendi derdime derman olamazken, onca memleket derdiyle uğraşamam. Padişahlık da icap etmez. Üstelik burnum da kırık. Osmanlı padişahı olmaya müsait değil.’’

‘‘Ama padişah haremini unutuyorsun.’’

‘‘O kadar kadının bir arada olması, fitne ve fesat kumkuması demektir. Üstelik ben Denizli horozu da değilim.’’

Serhat bir of çekip defterini karıştırmaya başladı. Son birkaç haftadır kafamın içi sıcakta erimiş tereyağı gibiydi. Hiçbir şey düşünemeden masamda salak salak oturuyor, görmeyen gözlerle pencereden dışarıya bakıyordum. Düşünememek önemli değil ama, hayal kuramamak beni perişan ediyordu. Hayallerim olmayınca her tarafımı kaşıntılar basıyor, mideme sancılar giriyordu. Yaşam boyu hayal kurmanın keyfiyle yaşamış birinin, hayal pekliği çekmesi diş ağrısından beter bir azaptı. Sonunda Serhat imdadıma yetişti.

‘‘Sen dert etme, senin yerine hayalleri ben kurar her gün gelip sana anlatırım. Zaten şu aralar işsizim’’ dedi. Ama başkasının kurduğu hayaller insanın kendi hayalleri gibi olmuyor ki...

‘‘Şöyle uzunca bir yaz tatiline ne dersin abi?’’

‘‘Allah derim!’’

‘‘Şu anda uçakta koltuğuna kurulmuş Londra'ya doğru uçmaktasın.’’

‘‘Uçak istemem.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Koltuk azabı yüzünden. O daracık ve mendil kadar koltuklarda otururken dizlerim çeneme vuruyor. Üstelik Londra'ya da gitmem.’’

‘‘Neden?’’

‘‘Çünkü içkiyi bıraktım. Bir paba bile gitmeyince, o Londra'yı ben ne yapayım?’’

‘‘Paris nasıl?’’

‘‘Yapış yapış kalabalık.’’

‘‘Venedik?’’

‘‘Lağım kokuyor. Bizim Haliç'in kokusu onun yanında limon kolonyası gibi kalır.’’

‘‘Peki neresi olsun?’’

‘‘Ben karışmam, hayalci olan sensin.’’

Mayorka'nın denizinin çok dalgalı, Atina'nın çok sıcak, Roma'nın çok patırtılı olması yüzünden çaresiz Marmaris'e razı oldum.

‘‘Sen havuzun başında tam rakını yudumlarken....’’

‘‘Sen mahsusçuktan damarıma basıyorsun be! İçkiyi bıraktık dedik.’’

‘‘Sen havuzun başında tam kolanı yudumlarken selvi boylu, uzun bacaklı, bikinili bir sarışın gelip çakmağını rica ediyor.’’

‘‘Kumral olsa olmaz mı?’’

‘‘Olmaz olur mu, kumral turist kızın hemen sigarasını yakıp masana davet ediyorsun.’’

‘‘Bu kız ne millet?’’

‘‘Alman. Berlin Operası'nda balerin.’’

‘‘Ben bu kızla nece konuşacağım?’’

‘‘Sen Almanca biliyordun ya abicim.’’

‘‘Benim bildiğim, çarşı-pazar ve kavga-küfür Almancası... Kız İngiliz olsun, balerinlik baki kalabilir.’’

‘‘Hay hay, İngiliz balerin kız gülerek masana oturuyor. Başlıyorsunuz sohbete. Kız yaptığın esprilere bayılıyor ve kahkahalarla gülüyor.’’

İngiliz balerin esprilerime tam bayılırken, masamdaki telefon çaldı. Arayan sabık Yazı İşleri Müdürüm ve yeni Sayın Genel Koordinatörüm Fikret Ercan'dı.

‘‘Geçmiş olsun abicim.’’

‘‘Yine geciktin, hastaneden çıkalı bir aydan fazla oldu.’’

‘‘Ben hastalandığın için değil, rakıyı bıraktığın için geçmiş olsun dedim. Karikatürlerine ne zaman başlayacaksın? Sayfa düzenini ona göre ayarlayacağım.’’

‘‘Ben şimdi evde değilim.’’

‘‘Ya neredesin?’’

‘‘Görmüyor musun, şu anda Marmaris'te Otel Laguna'nın havuz başındayım. Karikatür işini dönünce konuşuruz.’’

Fikret Ercan,

‘‘Aman güneşte fazla kalma abicim’’ deyip telefonu kapadı.

‘‘Tüh yahu, Fikret'in yüzünden kızı kaçırdık.’’

‘‘Meraklanma abicim, giyinmeye gitti.’’

‘‘Niye be, bikinisi ne güzeldi.’’

‘‘Ama akşam yemeği vakti geldi. Mum ışığında beraber yiyecektiniz ya.’’

‘‘Yemekte ne var?’’

‘‘Açık büfe, ne istersen var.’’

‘‘Istakoz?’’

‘‘Istakoz çok pahalı, herhalde yoktur.’’

‘‘Ben ıstakozsuz sofraya oturmam. Sen bizi ele güne rezil mi edeceksin? Kız,
'Aaa, Türkler ne kadar da fakirmiş. Sofrada bir ıstakozları bile yok!' derse ben ne halt ederim?’’

‘‘Ismarladığın bir şişe Fransız şarabını içtikten sonra bir şey demek aklına bile gelmez.’’

‘‘Şarap ne marka?’’

‘‘10 yıllık Şato Nöf dü Pap.’’

‘‘Eh, idare eder.’’

‘‘Biraz dans ettikten sonra senin odaya çıkıyorsunuz.’’

‘‘Eee, sonra?’’

‘‘Sonra balkonda sen kahveni yudumlarken, kız için oda servisine Martel marka beş yıldızlı bir Fransız konyağı söylüyorsun.’’

‘‘Bana bak, beni fazla masrafa sokma. Şu aralar sıkıntıdayım.’’

‘‘Konyaktan sonra kız yoruldum deyip senin yatağa uzanıyor.’’

‘‘Elbiseyle mi?’’

‘‘Nemünasebet, sıcak bastığı için entarisini zaten çıkarmıştı.’’

‘‘Eee, daha sonra?’’

‘‘Daha sonrasını anlatmadan benim ücreti verir misin?’’

‘‘Ne ücreti?’’

‘‘Hayal kurma ücreti abicim. Sabahlara kadar biz boşuna mı hayal dersine çalıştık.’’

‘‘Peki be, al paranı.’’

‘‘Bu ne?’’

‘‘Para... Bak hem de 50 milyon.’’

‘‘Ama ben elinde para mara görmüyorum.’’

‘‘Hayal gücünün noksanlığından göremiyorsun. Hayalin ücreti de hayali olur. Elimdeki de hayali 50 milyon. Sen işin gerisini anlat hele. Kız yatağa uzandıktan sonra neler oluyor?’’

‘‘Ne olacak, gümbürtüyle kapı açılıyor. Balerin kızın kocası gelmiş meğer. Kızı sürüyüp götürüyor. Sen biraz diklenecek gibi oluyorsun ama, herifin sırık boyunu, meşe ağacı kalınlığındaki pazularını görünce iyi geceler dileyip kapıyı arkalarından kapatıyorsun.’’

Ben bastonumu aranırken Serhat alçağı fırlayıp tüydü. O sırada telefon çaldı. Fikret Ercan,

‘‘Sayfada boşluk var, yazını uzunca yaz’’ dedi.
Yazarın Tüm Yazıları