Oğuz Aral

Huysuz İhtiyar

5 Nisan 1998
Sabri köşeyi nasıl döndü?Sabri, Altan Erbulak'la paylaştığımız odaya top gibi girdi.‘‘Bu defa köşeyi döndüm... Karşınızda geleceğin milyoneri duruyor arkadaşlar!’’‘‘Yahu, sen zaten milyonersin.’’‘‘Ben, öyle köfte milyonerlikten söz etmiyorum. Voleyi vurduktan sonra benim gibi beş milyoneri yanımda yamak olarak çalıştıracağım.’’Altan, çizdiği karikatürden başını kaldırmadan sordu:‘‘Eee, bu defaki parlak buluşun ne?’’‘‘Turizm!.. Bir tekne aldım, Akdeniz kıyılarında turist gezdireceğim. Adam başına 200 dolardan ayda en az 20 bin dolar kazanırım.’’Şimdi, sizlere çok sıradan gelen bu fikir, o zamanlar için gerçekten duyulmamış bir şeydi. Çünkü, o yıllarda sokakta turist görsek, şort giymiş topatan kavunu sanıyorduk.‘‘İyi ama, sen denizcilikten anlamazsın ki!’’‘‘Hah haayt!.. Benim anne tarafım Karadeniz'lidir. Denizcilik benim kanımda vardır!..’’Sabri, cebinden bir not defteri çıkardı. Avrupa'da ilişki kurduğu turizm şirketlerinin adreslerini gösterdi. Sabri'yi tanımasak, heyecanlanabilirdik. Ama onun tüm hayatı, köşeyi acele olarak döneceği parlak fikirler aramakla geçmişti. Babadan zengindi. Hukuk Fakültesi, Edebiyat Fakültesi, Güzel Sanatlar Akademisi ve İktisat Fakülteleri'nin birinci sınıflarından ayrılmıştı. Bugüne kadar da bir işi olmamıştı. Anımsayamadığımız bir nedenle hepimizin arkadaşıydı. Nerede, ne zaman tanıştığını içimizde kimseler bilmezdi. Ama Sabri'yi severdik. Ay sonları bize iki tek ısmarlayacak kadar da bonkördü.*Bir gece, Pasaj'daki muhabbetin ortasına hışım gibi daldı.‘‘Gelin, bakın da Türkiye'nin en meşhur sanatçısını görün!..’’Diye bizi ite kaka, hatta sürükleye sürükleye meyhaneden Beyoğlu Caddesi'ne çıkardı.‘‘Şu duvarlara bakın da, milyarder sanatçı Sabri kardeşinizi alkışlayın!..’’Duvarlara bir baktık, sonra da bakakaldık. Beyoğlu Caddesi'nde ne kadar boş duvar varsa, Sabri hepsinden sırıtarak bize bakıyordu. Sabri, kendine afiş bastırmış, her yere yapıştırtmıştı. Sabri'nin kelle resminin üstünde ‘‘Özlediğiniz sanat yıldızınız Sabri Elmasses’’ yazıyordu. Altında ise, ‘‘Büyük sanatçıdan büyük halk konserleri’’...‘‘Bu Elmasses de nereden çıktı?.. Senin soyadın Çılbır.’’‘‘Çılbır diye sanatçı soyadı mı olurmuş be!.. Değiştirdim tabii... Kiminin Yüceses, kiminin Altınses... Ben en kıymetlisini aldım... Elmasses!..’’‘‘Ama senin sesin boru gibidir. Üstelik bildiğin şarkı sayısı beşi geçmez!..’’‘‘Karşınızda Yorgo Bacanos'un en yetenekli öğrencisi duruyor. Tam iki haftadır musiki dersi alıyorum. Ayrıca, artık sese kimse bakmıyor. Asıl iş, kostümde... Allı pullu, tam 20 elbise diktirdim. Her şarkıya bir elbise!.. Arap şeyhi kostümüm bile var. Eh, sizler de iki röportaj patlatırsınız gazetelerinizde Sabri kardeşiniz için. İki gazinoya çıksam, gecede bin papel... Ayda dört halk konseri, eder 150 bin!.. Üstüne bir de Anadolu turnesi... Üç ayda en az bir milyon toplarım.’’Sabri, bu rakamları cebinden çıkardığı not defterinden okuyordu. Ekmeğin 70 kuruşa satıldığı o günler için inanılmaz paralardı bunlar.‘‘Turizm işinden vazgeçtin anlaşılan...’’‘‘Turizm, benim gibi özgür adam işi değilmiş. Günde iki saat şarkı söyleyip sonra sırt üstü yatmak dururken, turistle, tayfayla bütün gün kim uğraşır!..’’‘‘Tekneyi kaça sattın?’’Sabri, unuttuğu bir şeyi anımsamaya çalışan insanların ifadesiyle gözlerini kısıp, dikkatle yukarlarda bir yerlere baktı.‘‘Tekneyi mii?.. Haa, tekneyi satmadım.’’‘‘Duruyorsa hafta sonu binip gezelim.’’‘‘Durmuyor. Bodrum'a gitmek için yola çıkınca, Silivri açıklarında kayalara bindirip battıydı.’’*Sabri, hiçbir sahnede şarkı söylemedi ama, evlere servis yapan yemek fabrikası kurduğunu ve hemen kapattığını bir avukat arkadaşımızdan öğrendik. Arkadaşımız, birkaç zehirlenme olayı nedeniyle savunma avukatı olarak Sabri'nin davalarına girip çıkıyormuş.Bir gün yaldızlı bir davetiye aldım. Sabri, beni yeni kurduğu film şirketinin açılış kokteyline davet ediyordu. Sabri'yi özlediğim için, biraz da ay sonu olması nedeniyle kokteyle gittim. Beyoğlu'nda koca bir kat tutmuş, pahalı eşyalarla döşemişti. Muhterem Nur, Ahmet Tarık Tekçe, Sevda Ferdağ, Ediz Hun gibi zamanın birçok ünlü yıldızı kokteyle katılmıştı. Dördüncü viskimi içerken Sabri beni yakaladı. Not defterini çıkarıp müthiş film projelerini ve kazanacağı paraları uzun uzun anlattı. Ama Sofia Loren'i getirtip, çevireceği filmi hem Türkiye'de hem de tüm dünyada göstereceğinden, kazanacağı parayı tam hesaplayamadığı için biraz tedirgindi.‘‘Bilirsin, ben hesap adamıyımdır. Onca yıl iktisat okudum. Hesabımı bilmeyince uykularım kaçıyor arkadaş!..’’Diye yakındı. Ayrıca, benim Hafiyesi Mahmut'un çizgi romanının da film projeleri arasında olduğunu müjdeleyip, senaryo çalışmalarına şimdiden başlamamı istedi.Sabri, ilk filminin çekimine yıldırım gibi başladı. Ama film bitmedi. Bizim gazetenin Yeşilçam muhabirinden öğrendiğimize göre Sabri, filmin baş kadın oyuncusuna aşık olmuş. Senaryodaki soyunma sahnelerini çekmek isteyen rejisörü kovup, yerine başka bir rejisör almış. Bir öpüşme sahnesi çekilirken de, sevgilisini kıskandığı için başroldeki Orhan Günşiray'a küfür edip, bir de üstüne yürümüş. Orhan Günşiray da onu bir güzel dövüp çekmiş gitmiş.*Prefabrik ev yapımı, biber ve domatesleri bir TIR kamyonuna yükleyip Münih pazarında satma, Türkiye'ye İtalyan sirki getirme, Amerika'dan kovboy şapkası ve çizmesi ithalatı, tabii tavuk çiftliği kurmak ve Koka Kola'ya rakip Şıra Kola yapımı gibi acele köşe dönülecek birçok parlak girişim sayesinde Sabri, babadan, dededen kalan tüm parasını yedi bitirdi. Bir ara Taksim Meydanı'nda şipşak hatıra fotoğrafı çekti, sonra da ortadan kayboldu. Uzun yıllar içimizde Sabri'yi bir daha gören olmadı.*Tabii, Sabri'nin asıl adı Sabri değil. Ben adını değiştirip yazdım. Çünkü, bütün Türkiye şimdi onu tanıyor. Kendisi şu anda Bakan!.. Turgut Özal zamanında politikaya atılmıştı, artık parlak fikirlerinden yalnız kendisi değil, bütün Türk halkı olarak hepimiz faydalanmaktayız.HAFTANIN FIKRASIDün gece, magazin müdürümüz Orhan Olcay'ın anlattığı bir fıkraya yarım saat güldüm. Sizinle paylaşmadan duramam doğrusu... Üstelik, bu fıkrayı bizim polis milleti icat etmiş. Orhan da bir polisten dinlemiş.Her ülkenin detektiflik becerilerini göstereceği Polislerarası Dünya Şampiyonası yapılıyormuş. Kimsenin bildiği, tanıdığı bir ülke olmaması için yarışmayı Afrika'da düzenlemişler. Bir zürafayı, en kısa zamanda yakalayıp getiren şampiyon olacakmış. Alman polis takımı fırlamış, dört saat sonra ormandan bir zürafayla dönmüş. Japon polis takımı üç saat, Amerikan polisleri yarım saat sonra yakaladıkları zürafaları getirmişler. Sıra Türk takımına gelince, bizimkiler ormana dalmışlar. Bir saat geçmiş, beş saat, yirmi beş saat geçmiş, gelen giden yok. Üç gün sonra herkesi bir endişe almış. Türk polisleri aslana kaplana yem oldu korkusuyla ekipler halinde ormanı araştırmaya başlamışlar. Nihayet, bizimkileri bir fili falakaya yatırmış, sopayı basarken bulmuşlar. Fil bağırıyormuş; ‘‘Noolur abilerim, Vurmayın artık... İtiraf ediyorum, ben bir zürafayım!..’’
Yazının Devamını Oku