Paylaş
Ayrıca suya inip ne yapıyorlar ki, deniz tuzlu değil mi? Keçi olsan da içilmez ki.
Kayaları yalayıp minerallerini alıyorlardır dedik.
Hayvanlar hakkında çok az şey biliyoruz. Özellikle biz şehirliler.
Sanki dünyayı biz yarattık. Sanki mutlak hakimiyiz. Sanki gökdelen yapabiliyoruz diye en akıllı biziz.
Okuduğum kitapta diyor ki, “İnsan neye göre kendini diğer hayvanlardan üstün addetmiş belli değil. Mesela kokuyu baz alsan, köpekler bizim 10 milyon katımız koku alabiliyor. Ömür süresini esas alsan, binlerce yıl yaşayan çam ağacı var.”
Doğaya yakınlaşmayı bundan seviyorum ben.
Üstünlük taslamalarım geçiveriyor. Bir dağın yanında durdun mu bitti zaten.
Dünyanın gelip geçici bir ziyaretçisi olduğunu hatırlatıyor hemen kafanı okşayarak. Peki dünyanın sadece ziyaretçisi değil de, ziyafetçisi nasıl olunur?
Bence hayata banmak lazım bunun için. Keçilerin peşinden koşmak, denize taş atmak, keçiler deniz kenarına neden iner merak etmek ve bir gün bir ahtapotla bile arkadaş olunabileceğini bilmek gerekir. Ben de dün öğrendim bunu. “Ahtapot Öğretmenim” belgeselinden değil, hisar önünde ıssız bir sahilden öğrendim. Keçiler için çıkmıştık karaya, sonra sahile indik dedim ya, işte ne olduysa o zaman oldu. Bazen bir yere bir şey için gidersin, ama orada seni başka bir şey bekliyordur. Öyle oldu.
Meğer biz oraya keçiler için değil, ahtapotlar için gitmişiz. Gitmeden bilemezdik.
Deniz kabuğu toplamaya başladık. Altı yaşındaysan, o an ne varsa önünde o hayatın tamamıdır. Tam denizdeyken, ayağına bir ahtapot değiverir.
Her an mucize dolu olduğu için, belli olmaz işler. Altı yaşında hayat, çılgın bir lunapark treni gibidir.
Binersin ve bırakırsın. O iner ve çıkar. Ve bazen de ayağına ahtapot gelir.
Bizim Pippa hayvanlarla konuşabiliyor.
Nasıl yapıyor bilmiyorum.
Ahtapotu görünce elini suya soktu ve ahtapot hemen parmaklarına dolandı.
Beni çok güçlü bir şekilde suya çekiyor dedi.
Tabii hepimiz merak ettik, ahtapotun dokunuşunu hissetmek istedik...
Korkup kaçacağından emindik ama o korkmadı.
Teker teker hepimizle el sıkıştı. Resmen, “Merhaba ben ahtapot, nasılsınız, sizi hangi rüzgar attı bu kıyıya” der gibi teker teker selamladı.
Biraz uzaklaşıp geri geldi yine dokundu. Dört beş kere yaptı bunu. Sonra gitti...
Gözlerimize inanamıyorduk...
Olanları anlamaya çalışırken, birden bir baktık bir arkadaşıyla geri geldi.
Bence arkadaşı bizi kıskandı. O da yaklaştı ama her seferinde mürekkep fışkırttı, hatta karaya ellerimize doğru su bile fışkırttı. Gözlerini görmeliydiniz, turuncu insan gözüydü. Bu varlığın çok zeki olduğunu hissettim yakınlaşınca. Ne yaptığını biliyordu.
Bence o da arkadaşına bizi şöyle anlatmıştı: Gel, sahilde sadece iki kolu olan canlılar var. Suya ellerini sokup, bizimle tanışmaya çalışıyorlar. Şunlara bir şov yapalım mı? Gider gelip ellerine dolanırız. Suya çeker, mürekkep ve su fışkırtırız. Hadi ama üşenme, senin de görmeni çok istiyorum. Sonra döndük.
Bu yaz şahit olduğum ikinci deniz mucizesi bu. İlkinde de tahta üstünde kürekle giderken iki yunus yol boyu yanımda yüzüp, önümde havaya atlamışlardı. İnanın bana, bir tahta parçasında bunu yaşamak, bir gemiden ya da sahilden bunu görmekten çok farklı.
Denizin onlara ait olduğunu tüm hücrelerimle hissettim. Dün de hissettim.
Bir ahtapotun denizde nasıl çevik ve kıvrak hareket ettiğine inanamazsınız.
Doğa sırlarıyla, canlılarıyla, bizden çok üstün olan bir çok yanıyla bizimle konuşmak istiyor aslında. Dağ bile konuşuyor bizimle. Yanına tabure çekip oturmak lazım.
Bir ağaç gölgesinin kollarında uyumak gibi.
Onlarla aynı hücrelerden yapıldığımızı, aynı kozmik müziğe dans ettiğimizi böyle hissedebiliriz.
Ben bunu yazarken, kuşun biri ısrarla bir şey diyor bana. Hangi kuş acaba, neye benziyor, ne demek istiyor acaba...
Bazen onları da duyalım. Gelin, ziyareti ziyafet kılalım.
Paylaş