Paylaş
Sabahları doğaya, güneşe, nefese, sessizliğe ve içimize dönmek için en güzel zaman. Güneş doğarken, yeni başlayan günün elini tutup, onu oraya buraya çekiştirmeden, içimizdeki yenileri doğurmak lazım.
Nerede hatırlamıyorum bir yerde okumuştum ve hoşuma gitmişti. “Sabah uyanır uyanmaz bir şey okumayın, aklın devrelerini hemen çalıştırmayın” diyordu.
Sabahları okumayı bıraktım ben o günden sonra.
Telefonuma bakmamaya çalışıyorum ilk iş.
Eğer en başından telefona bakarsak da kendimizi bütün gün oyalanma ve dikkat dağıtmaya koşullandırıyormuşuz.
Kısacası sabah yaptığın şey, günün ritmini ve atmosferini belirliyor.
Sabahların gücünü elime almaya karar verdim ben de. O sihirli kapı kaybolmadan içinden geçmeye. Daha rüyalarım soğumadan hemen, masama oturup yazmaya ve gitarımla sohbete başlıyorum.
Oturup üç sayfa, kalemi hiç durdurmadan yazıyorsunuz değil mi?
Daha önce yazmıştım, bunu mutlaka yapmalısınız.
Hayatta olduğunuz yerle ilgili kendinize konum atmanın daha etkili bir yolu yok.
Düşünmeden yazdığınız için, kafanızdaki tüm gerçekler, kalbinizden bütün geçenler ve hayallerinizin en saf hali sayfalara damlıyor.
İç sesini dinlemek, günün geri kalanında öyle zor ki. Dışarısı bangır bangır olmaya başladığında, bir yerden sürekli karşılaman için top atıldığında, kendini toplayıp da hislerini dinlemen, hayatını tartman imkânsız.
Diyeceksiniz ki; “Zaten unutmaya çalışıyoruz. O yüzden hep ‘kafa dağıtıcı’ları kullanıyoruz. Ekranlardan başka hayatlara transfer oluyoruz.”
Güzel, o da bazen iyi.
O da bazen ihtiyaç.
Yalnız sabahları rahat bırakalım. Sabahlar bizim olsun. Bir pencereyi açıp, güneşi gözümüze alıp, nefesi çekelim önce. Ne şanslıyız, bir sabaha daha uyandık öyle değil mi?
Paylaş