Paylaş
Z kuşağına, onların diline, ihtiyaçlarına, dünyasına her gün uyumlanmaya çalışan bir 80’ler çocuğuyum.
Yeni çağların uçan taksisinde Sezen çalan bir taksi şoförü gibi düşünün beni.
Müşteriyi ve gittiği yerleri kapılardan anlamaya çalışıyorum ama hayat o kadar hızlı akıyor ki, artık akan hiçbir şeyin ona yetişmesine imkan yok.
Dün bir robotun baştan aşağı her şeyiyle bir şarkıyı yarım saatte bitirişini izledim.
Bunun yirmi dakikası bir insanın ona nasıl bir şarkı istediğini tarif etmesiyle geçti.
Ben yeni şarkımı kasımda yazdım, hâlâ içime sinen müzik miksinin gelmesini bekliyorum.
İçinden çıkılamaz havuz problemleri gibiyiz.
Yani AI ve ben.
Ve tabii Z kuşağı ve oğlumun çocukluğu.
Bir kere 80’lerde çocukluk yoktu.
Ya da vardı da bizlerin haberi yoktu.
Evin önünde sokakta oynardık. Saatlerce göz önünden kaybolurduk. Anne babamız ne izliyorsa izlerdik. Nereye giderlerse gider ve sıkıntıdan patlardık. Duygularımız sorulmaz, bizden fikir alınmaz, bağırılınca özür dilenmezdi.
Bakkala gider gelirdik. İnşaatlarda atlar zıplar, tanımadığımız insanlarla konuşurduk. Hayat başlamıştı yani ben ilk okuldayken. Bugünkü uzun geciktirme yoktu.
Çocukluk diye koca bir çekmeceyle başlamıyordu hayat. Anne babanın hayatına girerek ve onun içinde kah var olup kah yok olarak geçiyordu günler.
Nasıl oldu, arada neler oldu bilmiyorum ama biz ana baba olunca bundan tamamen farklı yaklaşımlar benimsedik. Daha hamileyken kurslara gitmeye ve karşılıklı duygu aynalama egzersizleri yapmaya başladık.
Oğlumun ilk itirazında, koşarak Ayşe’yi aradığımı ve bu durumda nasıl iki pozitif seçenek vereceğim diye sorduğumu hatırlıyorum.
Uykusuzdum, emziriyordum ve aklım katiyen her duruma iki pozitif seçenek üretemiyordu.
Annemle babama, bizim neslin ‘parenting style’ dediğini şeyi tam anlatamadan, oğlum geldi 10 yaşına. Arkadaşlarım ve ben kendimizden emin, hayli dokunaklı ve korunaklı bir çocukluk yaşattık onlara.
Hayrolsun.
Mesela futbol bir aktivite oldu. Öyle sokağa inip, ayağına gelen topla oyuna girme filan yok artık.
Arkadaşlar ve geçirilen zamanlarda yapılanlar belli ve gözetim altında.
Bense bizim apartmanda, ayrıldığı sevgilisinin acısıyla bangır bangır Yıldırım Gürses dinleyen Ahu Abla’nın ikizleri Petek ve Dilek’e giderdim.
O kapı portal gibiydi, başka bir aleme girerdi. İkizliğin verdiği birlik duygusu ve fonda Yıldırım Gürses’in o şimşek gibi gür sesiyle, bana karşı planlar yapar, tuzaklar kurar, kandırmanın binbir yoluna bakarlardı.
Yorgun argın eve gelir, “Kibritçi Kızı” okur, o ölünce uyurdum. Ben oğluma, travmatize ediyor dediler diye Andersen masallarını okumadım.
Grimm masallarını bilir bizimki.
Dün annemle oğlumu bir aktiviteye götürürken, benim 10 yaşımı konuştuk. Ankara’nın aynı sokağında ilkokul, bakkal ve Petek’le Dilek’in evi arasında geçen yıllarımı... Buradan bakınca hayli travmatize olmuş olmalıyım. Belki de öyleyim.
Ama şimdi de böyleyim ve halimden memnunum.
Ne de olsa ben çiziklerinden ortaya resim çıkarabilmiş bir 80’ler çocuğuyum.
Paylaş