Paylaş
İçimde bulut oldu, uçurdu beni bu cümle.
Zaten kelimeler çocukluğumdan beri uçan halım oldu benim. Ondan düştüm peşlerine.
Bu cümlenin yazdığı kitabı açtığımda, bir resim gördüm ve gözlerim doldu. Tuhaf...
Neden bir yayla resmine gözlerim doldu acaba diye düşündüm.
Acaba bulutlu bir günümde miyim, yoksa ben eski bir hayatta burada mıydım?
Bilmiyorum öyle şeyleri, o yüzden gidip bakmaya karar verdim. Beni çağırdı o sayfa. Sonra, hayat ayarladı gerisini.
En büyük turizm şirketi hayat zaten.
Napıp edip seni gitmen gereken yere yollar. Ben de çok geçmeden kendimi, Fırtına Deresi’nin kıyısındaki o köy evinde buldum.
Kapısında terlikler, banyosunda çabuk olmazsan soğuyuveren şofben ve tepesinde beyaz ışıkları.
Işıkları söndürüp, gaz lambasını yaktık ilk gece.
İlk günler yayla gördüm, inek gördüm, keçi gördüm, kayalardan akana sulara ağzını dayayıp serin serin içmeyi gördüm de, en çok ne gördün derseniz bulut gördüm bulut. Oralarda duman deniyor. Kaçkarlar’da dumana giriyormuş insan.
Haklıymış yazan, bulut olmayıp da napıcan!
Önce sisli bir yerde ne duruyorum diyorsun ama sonra alışıyor gözün.
Ağlamak üzere olan bir bulutun içindesin, onu teselli eder gibi küçük adımlarla yürüyorsun.
Bulut hakkında ahkam kesmek bana düşmez gerçi, Tahpur’da 3200 metrede yaşayan Selim’e sormalı onu.
“Bulut ıslak, demek aşağıda yağmur var” diyen o. Bu yazı da, Tahpur’a çıkışın ve Selim’le karşılaşmanın yazısı.
Kaçkar’da çok yayla var da, Serdar’ın derdi başkaydı.
O bulutları aşağıda bırakmak ve güneşli bir yerden denize bakar gibi onları izlemek istiyordu.
Ben buluttan memnundum. Üzerine çıkayım, ayaklarımda gezsin ben de güneşte kalayım demiyordum.
Diyordum da, onunki kadar demiyordum.
Zaten yanımızda çocuklar vardı. Yollar sallantılı, dar, dağ dediğin hep bir yanı uçurum.
Peki bu buluttan nasıl çıkacağız deyince, 3 bin metrede Tahpur var, oraya gideceğiz ve bulutların bizden önce oraya çıkmamasına dua edeceğiz, en önemlisi de sabahın köründe çıkacağız dedi.
Birkaç deli, çocukları da alıp, bir delinin peşine takıldık anlayacağınız.
Bulutların üzerine çıkmak için dağa tırmananlar masalı böyle başladı.
Hayatta güzel olan her şey, ejderhalı bir kalenin ardındaki prenses gibidir.
Kapıya gelirsin, köprü iner ve hendekten ejderha çıkar.
Hadi bakalım der. Geç de, ağzımdaki alevi püskürteyim.
Ejderhayı yenersin, prenses senin olur.
Bizim de tırmanışımız ejderhayla savaştı. Dağ, döne döne bizi yukarılara taşırken, yol bulut oldu. Yeşil bitti taş oldu.
2 bin metreden sonra, çocuklar sallantıdan ve camdaki sisten uyumaya başladı kucağımızda.
Ben tam üç kere, ne kadar kaldı dedim. Yaşar üç kere daha var dedi.
Ben üç kere bence dönelim, burası bulut burada bize kahvaltı verecek birini de unut dedim.
“Yok yaylada bize kahvaltı hazırlamışlar, beklerler” dedi Yaşar.
Boş verelim dedim sessizlik oldu.
Kimse gidelim demedi ama dönelim de demedi.
Herkes içinde ejderhanın gözlerine bakıyordu kaleye girmek için.
Büyük bir umutsuzluk ve pişmanlıktan kendime kremşanti yaptım ben de.
Oturdum, oğluma sarıldım ve ejderhaya doğru yürümeye başladım. Bulutlardan silkelenmek istiyordum artık yeter. Derken...
Güneş açtı, dağ yeşillendi, çiçeklendi, ballandı.
3 bin metreden sonra ağaç yaşamazmış, yılan yaşamazmış, kene yaşamazmış.
Her yer kelebek, arı, çiçek, pırıl pırıl sular...
Burası cennet mi derken, prens Selim belirdi.
Ablasıyla annesi, bulutların üzerine masa koymuş bize kahvaltı hazırlamışlar.
Ekmek kayaların içindeki mutfaktan çıktı. Kaymak, peynir ineklerinden.
Kestane balı arılarından. Şaşkınlık içinde sofraya oturduk.
Güneşi bulmuştuk. Bulutların üzerinde kahvaltıya oturmuştuk.
Ejderha görünmüyordu artık. Kaledeydik işte. Bekleyen derviş muradına ermiş dedi içimde biri.
“Bak, sabredersen kavuşuyorsun” dedi öteki.
“Zorluklara hemen u dönüyorsun” diye ekledi başkası, “Halbuki devam edersen yol bunlara çıkıyor.”
Tamam dedim ya, üstüme gelmeyin.
Ben ne bileyim, bir saat taş ve buluttan giden bir yolun buralara varacağını.
Serdar’ı ilk bu yüzden sevdiğimi hatırladım. Beni hep dağlara koştu o. Nil’i de bu yüzden seviyorum ama. Güneşini bulana dek tırmanır o.
Sonrasını ben anlatmayayım Selim anlatsın.
O sallasın sizi, uçurumun ucuna kurduğu bulut salıncağında.
O götürsün sizi, kalp şeklindeki küçük göle.
O anlatsın size çiçekleri bir bir.
O söylesin niye bal arısının borusu kısa olduğu için o çiçeğin nektarını alamadığını.
O göstersin ayının hangi kayayı kaldırıp, altındakileri yediğini.
Ona sorun karşıdaki sivri dağın adını.
Ona sorun dağdaki o eşsiz suyun çıktığı kaynağı.
O desin size korkmayın kurbağadan.
O versin size İstanbul bronşiti olmuş yavrulara verdiği kestane balından.
Sorun evli miymiş.
O da desin istediği kızı vermediklerini.
Deyin versinler. Selim’e kız verilmez mi deyin onlara.
Paylaş