Paylaş
Aşık oldukları kişi sadece bir ses. Onu göremiyor, dokunamıyorlar, koklayamıyorlar.
Bluetooth kulaklığını takmış, metroda mutlu mutlu sevgilisiyle telefonda konuşan bir adam düşünün.
Sonra telefonun diğer ucundaki insanın hayatta gerçekten var olmadığını düşünün. İşte öyle bir aşk.
Derin bir muhabbet. Kahkahalar. Birbirlerini en iyi anlamalar. Zeki hayat ve felsefe konuşmaları. Hayat ağırlığı ve onu kaldırma yolları konuşmaları. Geceleri yatakta cilveleşme konuşmaları. Böyle bir aşk mümkün mü? Bana mümkün geldi. Eksik çok eksik, boşluk dolu, ama mümkün.
Geçenlerde bir arkadaşım, işten güçten dertlenince bir baktım, hayatla arasında böyle bir diyalog var.
Hayat ona kaba davranmış.
O da ona cevap veriyor. Cevabına şikayet, suçluluk duygusu, intikam duygusu, yılgınlık ne kadar at gitsin duygu varsa doldurmuş. Cümlelerini savuruyor.
Aklıma nedense şu “Her” filmi geldi. Sanki görmediği bir işletim sistemiyle dalaşıyordu. Hayatın ta kendisiyle!
Benim duymadığım bir şey duyuyor, sonra da sövüp sayıyordu.
Hepimizin hayatla böyle bir diyalog içinde olduğumuzu düşündüm. Sürekli onunla konuşuyoruz. Bazen bizi bir aşık gibi güldürüyor. Mutluluktan deli ediyor.
Işıktan gözümüzü kamaştırıyor. Bazen de tünele giriyoruz. Hızlı bir trenle, yerin dibine iniyoruz. Suratımıza bir tokat yiyoruz. Aşkın kendisi gibi.
Evet, hayatla aramızda aşk var.
Hayat, kontrol edemediğimiz bir aşıksa, elimizden tek gelen kendimize hakim olmak. O bize sandalye fırlattı ya da bizce haksızlık etti diye ona aynısını yapmak yerine biraz daha olgun olup alttan alabiliriz. Evet hayatı bazen, küçük yaramaz kardeşimizmiş gibi alttan alabiliriz diyorum.
Onun da bize tepkileri olduğunu kabul edip, bu tepkileri usta futbolcular gibi göğüsle karşılayıp, ayağa indirebiliriz. Sonra da topu atmak istediğimiz yere vururuz. Ama karşılamadan, yavaşlatmadan vuramayız. Önce o topu bedenimizde eğitmemiz, kendimizi tanıtmamız gerekir. Top ancak bize çarpınca bizimle tanışır.
Benim ona naçizane tavsiyem şu oldu: Bırak fırlatsın. “Hazırım gel” de. “At tutacağım, yüreğimle karşılamasını, ayağıma indirmesini hatta hazır olduğumda vurmasını becereceğim” de... Gelen her neyse onu, iyi, kötü, şans, talihsizlik, güzel, çirkin olarak sıfatlandırma.
Ah! Keşke hepimiz sıfatlandırmamayı öğrenebilsek. Birer küçük filozof gibi yaşardık. Sıfatlandırmamak büyük bir erdem. Gelene “gelen” muamelesi yapmak. “Ha, şimdi bu mu oldu, tamam ben de böyle yapayım” demek.
Böylece hazin bir hikayenin baş kahramanı olarak, sayfalarca ağlayıp yakınmamak; hayıflanıp zayıf düşmemek. Olana “olan” demek. Sadece “olan”... (Ulan! dememek yani)
Ne gelirse gelsin, içine ılık bir suymuşçasına girip yüzmeye devam etmekten başka ne bir şansımız ne de bir yolumuz var. Çırpınırsan boğulursun.
Bedenini hafif tutarsan ve suya güvenirsen, yüzersin.
Hayatın kaldırma gücü işte böyle çalışır.
Paylaş