Paylaş
Hayattan da geriye kalan bunlar bence. Hisler, birkaç an ve bazı cümleler.
Mesela şu çeşmenin olduğu oda.
Padişahlar ve saraydakiler, gizli şeyler konuşmak istediklerinde su sesinin yanına giderler.
Odada gerçekten baskın bir su sesi var. Her yer mermer.
Oğlum Aziz Arif’e sır verir gibi, bir şeyler fısıldadım. ‘Bak suyun yanında olduğumuz için kimse bizi duymadı’ dedim.
Peki o çeşme neler duydu 1400’lerden bugüne? Ne sırlar, ne planlar, ne tutkular.
Aslında sırf o odada oturup, hayallere dalmak isterdim.
Zamanda turistlik buna izin vermiyor.
Şöyle bir bakıp, fotoğraf çekip geçiyorsun.
Halbuki haremdeki hamamda köpükler içinde birbirinin saçlarını tarayan kadınları düşünmek istedim.
Hem kız kardeşlik hem kıskançlık nasıl yaşandı dolu dolu?
Zindan var hemen haremin yanında.
“Kilitli” dedi rehber...
Cellatları düşündüm.
Mezarlıkları ayrıymış onların. Bir şey de yazmazmış mezar taşlarında.
Kanlı kılıçlarını yıkadıkları çeşme bile belliymiş...
Mutfaklar inanılmaz büyük. Osmanlı mutfağında geçen bir roman okumuştum.
O baharatların kokusu, o kapıların koşturmacası geldi gözümün önüne.
Padişahın içtiği suyun pınarında gece gündüz bekleyenler geldi aklıma.
Şimdi mermerler ve demir parmaklıklı pencerelere bakıp, o kokuları alabilir mi insan?
Peki ya, üzerine zehirli bir yemek konduğunda renk değiştiren tabak?
Bu kapı nereye açılırdı: Cücelerin koğuşuna...
Sarayda cüceler ve dilsizler yaşarmış.
Aziz Arif en çok o konuyla ilgilendi. Neye benzerlerdi, ne giyerlerdi...
Bugünden bakınca anlaması ne zor bunları.
Yürüyorum ama iki bin yirmi iki yılında yürüyorum burayı.
Sekiz yaşındaki oğlum bahçedeki ağacın oyuğunda oynarken...
Ne zengin bir kültür, ne cıvıl cıvıl yer!
İranlı şairler, Arap ve Yunan gökbilimciler, İtalyan bilim insanları ve sanatçılar...
1600’lerde saray için çalışan bin sanatçı varmış.
Neler yaparlardı merak ettim.
Bir saray için çalışsaydım, her gece bir cariyeye şarkı yazsaydım, nasıl bir hayatım olurdu bu avlunun yıldızları altında?
Harem kelimesinin, Arapça ‘haram’dan geldiğini düşünürken ben, bir yandan ayağımın altından kukuletalı pasta süsü gibi gezinen şekerciler geçiyor...
Yeniçeriler sıkıldığında çorbalarını içmeyerek belli ederlermiş bir dertleri olduğunu. Bunu öğreniyorum.
Enderun’a gelen yetenekli çocuklara yapılan o sınavı hatırlıyorum.
Çocukları upuzun bir masaya oturtup, önlerine çorba kaseleri koyarlarmış.
Çocuklar çok ama çok uzun saplı kaşıklarla, çorbayı hızla içme yarışı yaparmış.
En akıllıları, karşılarında oturan oğlanla anlaşıp, birbirlerini besler, sınavı kazanırlarmış.
Dönerken, hamamının tavanındaki ışık dolu peteklerden ıslak bedenine gün ışığı alan Kösem Sultan’ın, çıkmazlarını düşünüyorum...
Tekrar gelmeliyim Topkapı’ya.
Paylaş