ÖNCELİKLE “hılful-fudul”un ne olduğunu yazmam gerekiyor. Böylece neye muhtaç olduğumuz, neyi arzuladığımız daha net anlaşılabilir.
“Hılful-fudul”: Erdemliler dayanışması şeklinde tercüme edilebilir. Erdemliler cemiyeti; erdemliler işbirliği, topluluğu şeklinde tercüme edilebileceği gibi.
Peki böyle bir topluluk nasıl tesis edildi, amacı neydi ve bugüne taşıyabileceği mesaj neydi?
Peygamberimize vahiy gelmeden önce Arap kabileleri arasında uzun süre devam eden ve “ficar” denilen savaşlar olurdu. Bu savaşlardan Araplar ve civar kabileler hayli zarar görürdü. Bu kaos ortamında yağma ve çapulculuk âdet haline gelmişti. Yabancılar ve güçsüzler her türlü saldırının muhataplarıydı. Ortalıkta nizam yok, kanun yoktur. Kuvvetli aileler adam tutarak kendilerini koruyabiliyor, zayıflar ise eziliyor, horlanıyordu. Hatta kadınlarını bile koruyabilme imkanına sahip değillerdi.
Rivayete göre ‘Hanzala’ isimli bir şair iş için geldiği Mekke’de güpegündüz herkesin önünde soyulmuş, mallarına el konulmuş, alay edilmiş, hiç kimse de müdahale edememişti. Benzeri binlerce facia her gün tekrar ediyordu. Mallarına el konulan Yemenli bir tüccarın Mekke’deki Ebu Kubeys dağına çıkarak “Ey Mekkeliler bu zulme direnin. Hakkımızı alacak bir yürek yok mu” diye bağırması hayırlı kararların alınması için bir başlangıç oldu.
Mekke’deki bu faciaları gören Hz. Peygamber amcası Zübeyr’e gidip bir şeyler yapılması gerektiğini söyledi. Peygamberimiz gençlik dönemindedir. Zübeyr’in de müdahalesiyle Abdullah bin Cud’an’ın evinde toplandılar. Toplananlar içinde Mekke’nin ileri gelenleri vardı.
Hz. Peygamber şöyle konuştu: “Yerli, yabancı, hür veya köle kim olursa olsun Mekke dolaylarında zulme ve saldırıya uğrayan herkesi korumak, kollamak ve hakkını zalimlerden alıp iade etmek üzere ittifak yapalım. Bir grup oluşturalım. Zayıf ve kudretsiz olanları kurtaralım.” Peygamberimizin etkili konuşması ürününü verdi. Yenilen yemekten sonra şöyle bir karar verildi: ”Allah’a yemin ederiz ki hepimiz mazlum ile birlikte zalime karşı; zalim, mazlumun hakkını verinceye kadar bir el gibi olacağız. Bu ittifakımız, Hira ve Sabir tepeleri yerinde durdukça ahitlerine bağlı kalacaklarına yemin ederler.”
İşte bu ahitnameye ve ittifaka “hılfu’l-fudul” -erdemliler dayanışması- denilmiştir. Bu ittifaktan sonra Mekke’deki zulme karşı direnç çoğalmış ve güçlenmiştir. Yemenli bir tüccarın güzel kızına el koyan güçlü bir adamın evinden “hılfu’l-fudul” elemanlarının müdahalesiyle genç kız kurtarılmış, babasıyla güvenlik içinde dönüşü sağlanmış ve benzeri birçok olaya anında müdahale edilmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v) bu cemiyetin içinde fiilen bulundu. Peygamberliğinden önce içinde yer aldığı tek oluşum budur diyebiliriz.
Hz. Peygamber (s.a.v) vahiy aldıktan sonra da mazlumun hakkını aynı kararlılıkta savundu. Bir gün şöyle bir olay meydana geldi: “Yabancı bir adam Ebu Cehil’e mal sattı. Ebu Cehil malı aldı, parayı da ödemedi. Parasını isteyen adamı ise tehdit etti. Araya girenleri de kovdu. Adam çaresizce dolaşırken birileri Peygamberimize gitmesini söylediler. Adam da Peygamberimize gitti ve durumunu anlattı. Hz. Peygamber Müslüman olmayan bu mazlumu yanına alıp Ebu Cehil’in kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Dışarı çıkan Ebu Cehil’e tek bir söz söyledi: “Bu mazlumun parasını ver!” Ebu Cehil bu sözü tekrar ettirmeden parayı verdi. Sonraları müşrikler Ebu Cehil’in evine gelip bunun sebebini sordular. Bu kadar ısrara rağmen bu adama parasını vermedin; ama Muhammed’in tek sözü üzerine parayı verdin. Ebu Cehil şöyle cevap verdi: ”Muhammed’in arkasındaki dev deveyi görseydiniz! Ağzından köpükler saçan azgın bir deve arkadan bana bakıyordu. Vallahi biraz direnseydim, Muhammed’in arkasındaki deve beni parçalayacaktı. Korktum ve parayı verdim.”
Evet, ‘Hilfu’l-fudul’ cemiyeti birçok mazlumun sığındığı kapı olmuştu. Zalimlerin ise korktukları, sivil bir güç olarak Mekke’yi sarstı; zorbaları etkisizleştirdi. Yıllar sonra Hz. Peygamber bu topluluktan bahsederken şöyle buyurur: “Ben bugün böyle bir antlaşmaya davet edilsem böyle bir dayanışmaya davet edilsem- hiç tereddüt etmeden kabul ederim.”
‘Hılfu’l-fudul’un günümüze vereceği çok mesaj vardır. Hiçbir ırk, din, mezheb, meşreb, inanç farkı gözetmeksizin her mazlumun yanında olacak bu tür uluslararası meşru- sivil seslere ihtiyaç vardır. Dünya ölçeğinde bu tür faaliyetlere ihtiyaç vardır. Bütün toplumların vicdanını rahatlatacak, kimsenin kontrolünde olmayan, akıl ve vicdanla karar verecek böyle oluşumlar; içinde Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, ateist vs. bütün düşünce sahiplerini barındıracak böyle sesler veya sivil topluluklar, dayanışmalar inanıyorum ki, kararan gündüze bir ışık olacaktır. Hiçbir düşüncenin potasına girmeden yaradılanı yaradan adına kollamak için bir ışık... Bütün dünya Meclis ve parlamentolarının saygı duyacağı, daha önce benzeri kurulmamış olan saygın bu tür kurumlar oluşturulamaz mı?
Hz. Peygamberin o çok anlamlı çağrısıyla bitirelim yazımızı: “Ebu Bekir! Bugün Hılfu’l-fudul gibi bir cemiyete, anlaşmaya davet edilsem tereddütsüz içinde yer alırım.”
SORALIM ÖĞRENELİM
Denize veya havuza girmek orucu bozar mı? / Abdullah ŞEKER / İZMİR Suya girmek orucu bozmaz. Zira orucun bozulması için ağız ve burun kanalıyla içeriye suyun girmesi gerekir. Bu olmadıkça yüzmek, suya girmek orucu bozmaz.
Boy abdesti gerekiyorken, boy abdesti olmadan saçına boya yapanın durumu nedir? / Fikriye UYSAL / MANAVGAT Saçına boya yapacak kişinin vücudu temizken bu işleri yapması daha doğrudur. Bununla beraber cünüpken saçını boyamış kişinin boy abdesti ve normal abdesti geçerli olur. Zira önemli olan saçının dibinin derinin- ıslanmasıdır.
Tecvitle Kuran okuyamıyorum. Kuran okumayı bırakayım mı? Devam edeyim mi? / Zekiye ŞEN / MARDİN Tecvid, Kuran-ı Kerim’i daha doğru ve hakkını vererek harfleri tam ve doğru okumak için geliştirilen dilbilgisi kurallarıdır. Kuran’ı tecvitli okumak elbette güzel olur. Ama siz tecvit bilmiyorsanız ve öğrenemiyorsanız bildiğiniz kadarıyla Kuran’ı okumaya devam ediniz. Kuran’dan uzaklaşmanız doğru değildir. Kişi gücünün yetmediğinden sorgulanmaz.
Balık avlamak hayata son verdiği için haram mı? / Halil SOLAK / ORDU Yüce Allah’ın bizlere nimeti çoktur. İstifade etmemiz için birçok nimet vermiştir. Balık ve benzeri canlı ürünler de bu nimetlerdendir. Usulüne uygun, nesli kurutmamak ve ekolojik dengeyi bozmamak koşuluyla balık avlamak sakıncalı değildir. Ancak bir insanın et yemeğinden uzak durmak gibi bir tercihi olabilir. Saygı duyulur. Bunu başkasına dayatmadan şahsı adına uygulaması -harammış gibi sunmadıktan sonra- caizdir.