Paylaş
İlk bakışta kulağa hoş gelse de bu yaklaşıma sahip yöneticiler, en az birkaç sorunu ceplerinde taşırlar. Öncelikle, “hoş”un tanımı konusunda bunlarla uzlaşmak çok zordur. “Hoş”, kime göre, neye göre, hangi çağa, hangi gusto ve estetik anlayışına, nihayet hangi zihniyete göre tanımlanacaktır? Onların “hoş” anlayışına “eyvallah” dediğiniz sürece sizden iyisi yok! Aksine niyetlenirseniz, “mahallenin delisi” muamelesine razı olacaksınız; aforoz sebebidir... Bunun yanında, “hoşgörü” sahibi olanlar, bu davranışlarını bir lütûf, bir ihsan olarak görmek, nitelemek ve öylece sergilemek eğilimindedirler. Yani hâl ve hareketlerinde, “aslında seni ‘hor’ da görebilirim ama bak yapmıyorum, ‘hoş’ görüyorum; kıymetini bil...” şeklinde bir büyüklenme ve tepeden bakma duruşu gizlidir.
***
Kentin omuzlarına bir yük gibi çöken bazı yerel yöneticiler ise “boşgörü” sahibi olmakla ünlenmişlerdir. Bunlar, baktıklarını görmekten aciz oldukları gibi, oturdukları koltuğa, sorun değil çözüm üretmek, kent için fikir geliştirmek, proje tasarlamak ve ufuk belirlemek için oturtulmuş olduklarının da farkında değildirler. İcraat adına, “boş düşünüp, boş konuşmak”, yeter de artar onlar için... Bazıları, o koltukları her türlü kirli ve karanlık işlere uzanan basit birer tabure gibi algılar ve onları, sadece üstüne basmak için kullanırlar; bunlar, tercihlerinin doğası gereği, “loşgörü” sahibidirler. Aydın ve aydınlık işler, ışığın kaynağı ve ışık saçan düşünceler ile parlayan ve pırıl pırıl bir gelecek kurgusu onları rahatsız eder, hattâ bu resimden çekinir ve korkarlar.
***
Yerinden kalkmaya bile üşenen, odasından çıkmayı unutmuş, çıksa bile hayalleri odasının kapısında tükenen “yetersizler” ayrı bir çeşittir; onlara “taşgörü” sahipleri diyoruz. Bu halleri belli olmasın diye “taş yerinde ağırdır” söylencesinin arkasına saklanırlar. “Kuşgörü” sahipleri ise baktıklarını görememenin ötesine geçmiş, gördüklerini de anlamaktan uzağa düşmüş olanlardır. “Kuş kadar aklıyla...” diye başlayan bütün cümle, vecize ve mecazlar, aslında bu gibilerin hizmet menzilini tanımlamak için kullanılır. Halka hizmeti, yemek yemek dolaşıp, kokteyl, resepsiyon, düğün, sünnet, açılış, kapanış kaçırmamak sayanlara, mevsime göre sahura iftara, rüzgâra göre kebaba yahut rakı-balığa meyledenlere, “düğün evinin defçisi, ölü evinin yasçısı” dediğimiz ve yakasına da “mor menekşe” takmış omurgasız yiyicilerle ise “lavaşgörü” sahipleri diyoruz.
***
“Bütün bunların içinde en tehlikeli olanlar hangileridir?” diye sorarsanız, açıkcası “mışgörü sahipleri” diye yanıt vermek durumundayım. Bunlar kimlerdir? Söyleyelim: Hoşgörüsünü bir lütûf, bir ihsan olarak saydığı halde, büyüklenmesini gizleyip, “hoşgörülüymüş” gibi gezinenlerdir. Kentin omuzlarında bir yük gibi çöreklenip, “üretiyormuş, geliştiriyormuş, tasarlıyormuş” gibi yaparak “boş beleş” hallerini saklayanlardır. Aydınlık ve ışık onları rahatsız ettiği halde, “parlayan bir gelecek kurgusuna inanıyormuş” gibi yapanlardır. Hayalleri koridora bile ulaşmamsına rağmen, “kifayetsiz muhteris değillermiş” gibi resim verenlerdir. “Kuş kadar aklıyla...” yola çıktığı anlaşılmasın diye bazı demler güvercin uçurup, bazı demler “şahinler kanadına mensupmuş” gibi davrananlardır... Halkla iç içe olmayı bir sirk gösterine çevirmiş olduğu halde, “onlardan biriymiş” gibi davrandıklarına inanmamızı isteyenlerdir... Listeyi uzatmak mümkün! Güzel ve yalnız memleketimin dört bir yanında, bunların her çeşidinden “mebzûlen” mevcut çok şükür. Acaba bunlardan İzmir’de de var mı? “Yok canım, ne gezer?” demek samimiyetsizlik olur. “Kim kimdir?” derseniz, bu kadar ipucuyla, artık onu da sizler bulacaksınız. İyi haftalar efendim...
Paylaş