Paylaş
Uzunca listeler yayınlanır, şaşırırsınız, hayret edersiniz. Ama yaşayıp gördüklerimizi hatırladıkça, söylenenler akıl dışı gelmez-gelemez hiçbirimize. “Tuşları olmayan bilgisayardan, alevi olmayan ocağa” kadar öngörülenlere, “neden olmasın?” sorgusunun tedbir parantezinde yaklaşırsınız. Bazen bu örnekler, geçmişte kullanıp da soluğu bugüne yetişmeyen nesneler ile de desteklenir: “Gramafon vardı, şimdi yok. Daktilo vardı, şimdi yok. Tel dolap, şimdi yok. Jetonlu telefonlar, şimdi yok; vs. vs. vs...” Bu haberleri yapanlar, yazanlar, “gizli ve mozoşist bir keyif” almakta mıdırlar, bilmiyorum? Ama bana, hele hele kullandığım eşyanın, yıllar sonra tekrar tekrar verilmiş ölüm ilânları gibi gelir bu satırlar. Düşünsenize, gazeteyi açıyorsunuz ve münasebetsizin biri 20 sene önce kaybettiğiniz babanız için tekrar bir ölüm ilânı vermiş gazeteye... Sevimsiz ve tabii çokca da yaşlılık âlameti; biliyorum.
***
Çetin Altan ustamızın, 1994’te yazdığı “Bedia Muvahhit de kaydı gitti kayboldu” başlıklı makalesinden aldığım bir iki satır, ruh halimi, söylemek istediklerimle birbirine bağlayacak gibi: “Sanki Tanrı, deryadil bir tatlılığın nüktedan bir zekâ ile buluştuğunda ortaya nasıl bir komedyen şavkı çıkacağını kanıtlamak için yaratmıştı Bedia Muvahhit’i. Hafif büzük dudakları ve sözde ciddiyetini bozmayan edasıyla, karşılaştığı kalınlıkları, birkaç sade cümleyle ne kadar ustaca yerleştirirdi anlatımındaki karikatür albümüne... Son vagonun arkasındaki son kırmızı ışıktı Bedia Muvahhit...”
“İzmir-Ankara Mavi treninde, 8 Numaralı Yataklı Vagon”dan yazıyorum bu satırları; son vagondan yani... Arkamızda başka vagon yok ama son vagonun kırmızı ışıklarını gören birileri vardır elbet. Az önce Manisa’yı geçtik; Çiğli ve Menemen’den sonra... Alsancak Garı’nda küçük bir sergi açılmış, binmeden ona göz attım. Ulaştırma Bakanlığı, başta TCDD’nin 155. yılı perspektifi olmak üzere, İzmir Limanı’nı da kapsayan bir gözlükle, 2023’e (Cumhuriyetin 100. yılına) uzanan Stratejik Plân’dan bazı başlıkları paylaşmış “meraklı yolcular” için... Ben “demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan” kuşağının torunlarından olduğum için ilgimi çekti. Açık söyleyeyim, ortaya konan ufuk, “tonaj, kapasite artırımı, modernizasyon, kilometre, hız, teknoloji, yerli üretim hedefleri, çağdaş taşımacılık konsepti –İzmir Kermalpaşa dahil- lojistik merkezler algısı ve benzer pek çok kavram” açısından hem umut hem de heyecan verici. Başta Sayın Bakan Binali Yıldırım olmak üzere, fikri değenlere teşekkür etmek lâzım.
***
Ama bu “pembe şeyler” vadeden tablo, biraz da kaygılandırdı beni. Çünkü yeni resmin neleri koruyup nelerin üstünü çizeceğini tam bilemiyoruz. Yatırımlar, değişim ve gelişim, sembolleri yitirerek ve tahrip ederek yükselmemeli. Bu ne demek şimdi? Anlatayım. Yıllar önce sevgili Öcal Uluç ile birlikte rahmetli Cüneyt Koryürek’i, ziyarete gitmiştik İstanbul’a; pazar öğleden sonra İzmir’den demir alan bildiğiniz vapurla... Bir daha denk getiremedik ve seferler kaldırıldı. Önce suyolu keyfimizi sonra da Koryürek’i kaybettik. Mecburen buruk bir seyahat olarak naftalinledik belleğimizde.
***
Demem o ki, ticari kaygılar önemsenmeli ama bazı “nostaljik figürler” de hemen gözden çıkartılmamalı. Tahmin etmek zor değil; İzmir-Ankara Hızlı Treni çalışmaya başlayınca, önce bizim “yataklı”yı kurban edecekler. “Hız”, bir kez daha “haz”zı hoyratça mağlup edecek gibi görünüyor. Hem de 3 vakte kadar. Eyvah ki eyvah! Kimbilir, belki “yataklı trenimi geri istiyorum” yollu kampanyalar düzenleriz günü gelince. Vardır bencileyin, sevdâlısı, meraklısı... “Görünen köy” için ilk kavgayı ben başlatmış olayım da içimde kalmasın. Vapur elden gitti; dayan İzmir verme “yataklı”yı!
Paylaş