Paylaş
SEÇİMLER yaklaşıyor... Öyle ya da böyle, uyduruktan da olsa, âdet yerini bulsun diye de yapılsa, “dostlar alışverişte görsün, nâmımız yürüsün” tertibinden de olsa, 3 vakte kadar mitingler başlayacak!
Sonra da hemen bir münakaşa faslı: “Seninkine şu kadar müşteri geldi, Biz bu kadar adam topladık...”
Ya da, “Bizimkiler esas oğlan, sizinkiler devşirme...”
Yetmeyecek, büyük şehirlerimizin nâm salmış ve defalarca kullanılmış meydanlarının bile kaç kişilik olduğu tartışmaya açılacak.
Epeyce eskiden yazdığım bir yazıda, “...Gazetelerin, emniyetin, sokaktaki adamın, TV başındaki vatandaşın, iktidarın, muhalefetin ve hattâ bilim insanlarının bile hesapları birbirinden farklı sonuçlar veriyor. Sizin anlayacağınız, matematik ve geometri biliminden yararlanmak yerine, hâdiseyi sosyolojik ve psikolojik endekslere vurduğumuz için, meydanları hep ‘işimize geldiği, hoşumuza gittiği ve ruhumuzu okşadığı’ gibi saymaya devam ediyoruz...” diye dertleşmişim okuyucuyla.
Yine aynı yazıda paylaştığım eskimeyen bir öyküyü de ilk defa duyacaklar için araya sıkıştırıverelim; bakın eskiler, bu işleri nasıl çözermiş?
“...Sedefkâr Mehmet Ağa’nın o muhteşem eseri Sultanahmed Câmii’nde ilk cuma namazı kılınacağı zaman, Sultan I. Ahmed, câmi avlusunun kaç kişi alacağını merak eder. Bunu anlamak için, namaza gelen herkese birer ‘ödağacı’ tesbih verilmesini ister. Namaza girişte 86.000 tesbihin dağıtıldığı söylenince, emin olunması için câmiden çıkanlara bu kez de ‘kalenbek’ ağacından tesbih verilir ve 86.000 tesbih daha dağıtılır. Düşünün; her biri 99’luk toplam 172.000 tesbihten bahsediyoruz...”
Maddenin mânâ ile birleştiği tesbihler, sanatkârın elinde öylesine bir hünerle şekillenir ki, Arif Nihat Asya da “San’at” isimli şiirinde, yaratıcı ile insan arasındaki iş bölümünü şöyle dile getirmek zorunda kalır:
“Sen mermeri yaratırsın; ben ondan saray yaparım! / Ses vermez tellerin bensiz... Mızrap yontar, yay yaparım! / Suya ektiğin kamışı; keser biçer, ney yaparım! / Yuvada Havvâ’yı gelin, Âdem’i güvey yaparım! / Şu mânâsız mesafeyi, en yaparım, boy yaparım! / Yeter ki sen ver, ben ondan; mutlaka bir şey yaparım! / Sen orda Cennet kurarken; ben dünyada köy yaparım! / Bir yalıncık gönderirsin; tarar, süsler, bey yaparım! / Gökteki öksüz dilimi, bayrağıma ay yaparım...”
“Gökteki öksüz dilim, yoksa gerçekten öksüz mü kalıyor?” kaygısı, ister “tesbih tanesi” gibi deyin ister “sebilhane bardağı”, olmayacak insanları yan yana, omuz omuza durmaya yöneltiyor. Gelişmiş insan, sembollerle yaşar ve sembollerle düşünür! Ama “sembol” bahsinde, vahim hatalar ve “öteki”lerle doludur sicilimiz. Neticede, “Tespih”i birilerine, “Mehter”i bir başkasına, “Güvercini” ötekine, “bizi biz yapan başka başka sembolleri” berikine, kısacası bir şeyleri mutlaka birilerine mâl edip, yamayıp, şablonlara bağlayıp gözden düşürmeyi başarmışızdır.
Oysa, aslında, I. Ahmed’in merak giderme yöntemiyle meydanları saymak ne kadar basit: Bizi birbirimize bağlayan tek sembolü kullanacağız. Meydana girerken bir bayrak vereceğiz, çıkarken bir bayrak! Çünkü, bizim dualarımız da Lâik Cumhuriyet içindir; bayraklarımız da...
Paylaş