Sen neymişsin be İzmir?

İKTİSAT okuyanlar için, Adam Smith’in, 1776 yılında yayınlanan “Ulusların Zenginliği” isimli eseri, kuşaklar boyunca bir başucu kitabı sayıldı.

Haberin Devamı

Burada, “fakat Marks, ama Engels, çünkü Keynes, nihayet Friedman, son tahlilde küreselleşme...” gibi tartışmalara girmeyeceğim. Çünkü bu zâtın, dünyadan, arkasında çok tartışılacak bir ufuk açarak ayrıldığı kesindir. Smith, uluslararası ticaret için kurguladığı “mutlak üstünlükler teorisi”nde, kabaca “akıllı bir aile reisinin, dışarıdan daha ucuza satın alabileceği bir şeyi hiçbir zaman evde yapmaması gerektiği”ni savunur; kapalı ekonomiyi yererek uluslararası iş bölümünü kutsar. Ücret teorisine sokuşturduğu “kâr, zamanla rekabet ve kârlı işler bulma güçlüğü yüzünden düşecektir” cümlesi ise, bugün bile “kendi işimi kursam” hayaliyle yaşayan ortalama Türk insanının elindeki ateş topudur.

***

Takvimler 1817 yılını gösterdiğinde, uluslararası ticaretin anlaşılabilmesini daha kolay hale getiren “püf noktası mutlak maliyetler değil fırsat maliyetidir” iddiasıyla ortaya çıkıyordu David Ricardo. Çünkü o soruyu, “eğer bir ülke tüm ürünlerde mutlak üstünlüğe sahipse ne olur?” şeklinde soruyordu. Havayı ağırlaştırmadan, konuyu uluslararası ticaretin dışına, yerelin içine çekerek örnekleyelim: İzmir’deki en iyi doktorun sekreterya işlerinden de çok iyi anladığını varsayalım. Doktorun hem hasta kabul edip hem de randevuları düzenlemesi ve telefonları cevaplaması, (tababetin iktisadi ve ticari bir bilim olarak yorumlanan yönüyle) anlamlı mıdır? Elbette değildir. Doktor sadece kendi mesleğini yaparak daha çok para kazanabilir ve muayenehanenin işlerini yürütmek için de kendisinden daha az maliyetli iyi bir sekreteri işe alabilir. “Karşılaştırmalı üstünlükler teorisi”, işte bu yaklaşımla, ülkelerin de kaynaklarını, mal ve hizmet üretimini en etkin şekilde gerçekleştirebildikleri alanlara yönlendirmesini öngörür.

***

Haberin Devamı

Bu “zihinsel geviş getirme”den İzmir için çıkartılabilecek basit sonuçlar vardır. 7000 yıllık geçmişine rağmen, “kent kimliği”ne ilişkin arayış ve kaygıları bir türlü dinmeyen İzmir, ısrarla (içeriden ve dışarıdan) başka kentlerin güçlü, becerikli, başarılı, parlak ve üstün olduğu “sıradan alanlar”da mindere çıkmak ve yetersiz kalacağını bile bile itişmek ve anlamsız bir rekabete soyunmak niyetini sürdürüyor. “Üniversiteler kenti, Fuarlar kenti” söylemleri bile, kaynak ve enerji savurganlığının, üzerinde yeterince düşünülmemiş yansımalarıdır. EXPO girişiminde dahi aynı gölgelenmiş zayıflıkları yakalamak mümkün. Çeşme ve Yunan adalarını tokuşturarak Çeşme’yi hırpalayan “yaz boyu sohbetleri”nde bile, yanlış şeyleri karşılaştırarak kendimizle savaşıyoruz.

***

Haberin Devamı

“Her işten çok iyi anladığını iddia” ederek, “gerçek zenginlikleri ve gücü”ne sırtını dönen İzmir, özeleştiri yapmayı ve farkındalığını yükseltmeyi ayıp saymaktan vazgeçmelidir. Bir güç değerlemesi yaparak kendisiyle yüzleşmek bu kadar mı zordur? Korkarım; aynalarla barışmadıkça, yüzündeki çizgilerin de o çizgilerin karakterine, kimliğine, duruşuna ve stiline yüklediği ayrıcalıklı anlamı da katma değere çeviremeyecek... Ve bu gidişle bir gün gelecek, İzmir marşının yanında MFÖ’nün şarkısı ile de anılacağız: “Her şeyden sen anlarsın, Her şeyi sen bilirsin; En güzel grubu sen kurdun, en güzel ritmi sen buldun, en iyi dalgıç sensin, en güzel filmi sen çektin, en güzel sen bakarsın, en güzel sen ağlarsın. İlk önce sen başlattın, en önce sen yavaşlattın, en uzağa sen gittin, en çabuk da sen döndün. En güzel sen gülersin, en güzel sen söversin, en güzel yemeği sen yaptın, en güzel kızı sen kaptın, en güzel tumbayı sen çaldın, en güzel şarkıyı sen yazdın. Sen neymişsin be abi? Peki peki anladık...”

Yazarın Tüm Yazıları