Paylaş
Vallahi hiç alâkası yok ! İzmir’in kokusu üstüne bir şeyler yazayım diyordum ki, “arşiv”den gelen bir ses, “sen zaten iki kere yazdın bu konuyu. Temcit pilavı gibi olmasın” dedi. “Yine de, bir göz atayım” dedim, ben de... Baktım; arşiv haklı. (Eylül 2012’de ve Şubat 2017’de yazmışım) İşin “hazin” tarafı, “yazılar hiç eskimemiş...” Sadece (özetleyerek) alıntılar paylaşacağım.
“İzmir’in uzaktan hoş gelir sesi” imiş, ilk yazının başlığı; “...Epeyce zamandır yazacağım, kısmet bugüne imiş... Gün geçmiyor ki, ‘İzmirli olup da İzmir’de yaşamayan köşe yazarlarımız’dan herhangi biri, ‘Ah İzmir’ kokulu bir yazı yazmasın. Bir özlem bir özlem, bir methiye bir methiye, ‘Çiğdem, kumru, rakı–balık, roka, Alaçatı vs. Şimdi de ‘9 Eylül hamaseti’...” demişim. Sonra, “siyah-beyaz yıllarımız”dan bir anekdot sıkıştırmışım araya...
Hani, “...İşçi partisi genel başkanına, etkileyici konuşmasından sonra; ‘Hepsi iyi hoş da, sen neden birinci mevki vagonda gidiyorsun? Hem de yataklı... Camlar taze ekmek kokusundan buğulanmış, içeride şampanya servis ediyorlar, yanında havyar vardı; gördüm... Bizim paramızla sen ne haltlar karıştırıyorsun? Nerede kaldı kardeşliğimiz? Hani biz yokluğu paylaşıyorduk? İn o vagondan aşağıya...’ demişler de, Başkan yanıtlamış. ‘Dinleyin... Benim işim, bu vagondan inip yanınıza gelmek değildir. Benim mücadelem, sizi bu vagona çıkartmak içindir...’ İşçiler ardından saf saf el sallamışlar mecburen...” diye gülümseten ve “saf avlayan” fıkra. Konuyu şöyle bağlamışım aklımca:
“...Kitlesel yanılsamayı resmeden nice fıkralar anlatıldı yıllarca; siyasetçilerin ve sendikacıların, ‘davulun sesini uzaktan tarif eden’ halleri için... Bu mesleklere, bugün ‘köşe yazarları’nın da katıldığını gözlemlemek ve bu yolla fıkranın güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olduğunu görmek, ister istemez, ‘eyvah sokağı’nın ironik kavşağına çıkıyor...”
Son olarak;“Uzaktan İzmirliler”e, o zaman demişim ki,
“...Günlük yaşantısı, ‘çiğdem, kumru, rakı–balık, roka, Alaçatı’dan ibaret olmayan İzmir’i ve İzmirliyi, ‘sen bana mecbursun siyasetiyle cepte keklik sananlar’ı uyandırmaya çalışıyorum. Bu arada, uzaktan ‘gaz veren’ dostlarımızın, bu amansız sevgiye rağmen, neden gelip İzmir’de yaşamadıklarını da merak etmiyor değilim. Anladım... Sizin işiniz, ‘O şehirdeki rahatınızdan vazgeçip yanımıza gelmek değildir. Sizin mücadeleniz, bizi yükseltmek, bizi o vagona çıkartmak içindir’...”
“İzmir ‘renksiz’ bir kenttir !” başlığını taşıyan ikinci yazı ise, kent yazarlarımızdan birinin “Bir rengimiz olmalı…” yazısı üzerine kaleme alınmış... “Aykırılığı bir kültüre çeviremeden sürdürmek, (Şair’in dediği gibi, an gelir…) işin tadını ve lezzetini kaçırır. Ve bunun adı, ‘çok renklilik’ filân değildir; ‘Renksizlik’tir bunun adı...” demişim. İşte bu yazıda, bir de, “...İzmir’i, simgelerle ifade edebilirsiniz. İzmir’in bir sesi, bir müziği de olabilir. Hattâ, bir ‘kokusu’ bile olabilir İzmir’in....” cümleleri çıkmış kalemimden. Ve konu orada kalmış.
Çocukluğumuzda, “İzmir’in kokusu”, “tek”ti; “burun sızlatırdı ve konuşmaya yaklaşmazdı kimse. “Nostalji rüzgârı” mı, getiriyor acaba, “son ayların İzmir kokusu”nu burnumuza ? Oysa, (Seferihisar için bestelenmiş) “Lavânta Tangosu”nu anlatan yazılar yazdık; daha birkaç ay evvel. Tekrar yazalım:
“...Hasret yeli dağ başında esince, rengini rüzgârdan, alır lâvanta… / Eflâtun bir deniz, kabarıp iner, sevdânın kokusu, olur lâvanta / Bahar sabahının çiğ damlasında, nefesi olur da iç huzurunun / Envaî çeşit buhûr içinden, rengiyle hatırda kalır lâvanta…”
Bazıları, yazıları okumuyor; şarkıları dinlemiyor ve kokuları pas geçiyor ama, “arşiv” unutmuyor; O bize yeter ! Ben hâlâ, Çetin Altan ustamızın, daha 1996’da “pancar motor” ile takırdadığı, “Hazineyi paylaşma kavgasına demokrasi denebilir mi ?” başlıklı şâheserinin, “finali”ne sadık kalarak yazmaya çalışıyorum: “…Bunu ben yazmazsam, ola ki bir gün torunlarımın gözü ilişeceği foğraflarımda gölgem kızarır…”
Paylaş