Paylaş
Kucağında Sitar’ıyla, sahnenin ortasına bağdaş kurmuş ve sanki Guru’su, omuz başında ona cesaret veriyormuş hissi uyandıran bir özgüven ve sadelik içinde, “sadece müzik”ten fazlasını yapan, teminindeki güçlük sebebiyle, yakalanmak istenen “sound’un merkezine oturtulmuş bir adam (Matyas Wolter), tabure ile klavye arasında, Foucolut sarkacı gibi değil, Pulsar atımları gibi yılankavî salınımlarla gidip gelen, beden diliyle (Nirvana meşreb bir teslimiyet ve bütünleşme sunarak...) yapılan müziği anbean hisseden ve hissettiren kadın bir piyanist (Beate Wein) ve onunla ruh ikizi gibi “hemhâl” olduğunu gözlemlediğiniz, “sokak müzisyeni” rütbesiyle yaptığı seyahatini, dinleyici için bozmadan yürümeye devam eden ve doğal kalmakla edindiği büyüklüğünün farkında bir davulcu (Aaaron Christ)...
“Mütemadî” tercihinin, “sürekli” sözcüğünden daha çok yakışacağı bir tebessüm ile “Isdırabın artık olmadığı bir iç dinginliği ve aşkın bir sevinç”le havalanıp, “Neyzen”in, “Isdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer, Ömr-i fâni gibidir, gün de geçer, dem de geçer...” söyleminden hiç de farklı bir yere konmadan çaldılar... Hayır, sahnede tütsüler filân yanmıyordu! Loş ışıklardan veya gölgelerin mistik tasarımından da yararlanmadılar. Aksine, “oldukça enerjik ve dinamik, adetâ iç içe geçmiş, hattâ birbirinin üstüne devrilen dinamik tempolarla”, ince ince işlenmiş, kendini tekrarlamayan parçalarla, Kolkata’dan (Kalküta) Leipzig’e, Anadolu’ya, hattâ New Orleans’a uzanan geniş bir coğrafyada gezinerek, dinleyiciyi otantik bir kakafoniye boğmadan, üstelik sürprizlere açık, uçucu ama dokunduğu yere kokusunu bırakan, envaî çeşit rengin raksını içselleştirmiş, 1. ve 2. albümlerinden seçilmiş özgün bir müzik yaptılar... Hiçbir şey “zorlama” değildi ve “abartı” taşımıyordu. Tarifsiz bir “senkron” ile çaldılar. Bu uyumun, teknikten ziyade “ruh” ile açıklanabileceğini düşünüyorum. “Caz aslında böyle bir şey” dedirten bu ayrıntı, gözden kaçmamalı.
Haydi, 2 gecelik yazmış olayım... Festivallerin açılış ve kapanışları risklidir. Biliniz ki, açılışta ne varsa çarşamba gecesi onlar yoktu! Tabii, aksi de geçerli. Cazda, sokak çocuklarının korkulu rüyası “top kesen amca” tavrını yaşamadık, bu gecede meselâ... Her şeyden önce, “sevimli”ydi... “Cool” değil “wool” hissi verdi sahnedeki müzik, ısıttı, sarıp sarmaladı. Adını, TDK’nın (nasıl olduysa...), güzel Türkçemize, vurulduğum “Atarca” karşılığıyla kazandırdığı “Pulsar”dan (düzenli gel-gitler yapan gök cismi) alan 2007 doğumlu bu Trio, topluluğun kurucusu olan piyanistin, “hastane palyaçosu ve müzik öğretmeni” kimliğini, “eğlendirirken düşündüren, öğreten ve farkında olmaya davet eden bir yorum” yaratarak yaşatıyor sanki...
Müzik kulağımın (doğru-yanlış) “fısıldadıkları”na gelince... Sitar’ın, bazen bağlama, bazen gitar, mandolin, hattâ ukulele; belki banjo, cümbüş, pek nadir olarak da ud çağrışımları yapan bir sesi var. Orhan Gencebay, Erkin Koray, Moğollar ve Fikret Kızılok’un “deneme ve arayışları”ndan çok farklı bir şey dinledik konserde. Ravi Shankar’ın geleneksel “tını”sı da oldukça başka bir kategoriydi doğal olarak. Bu enstrümanın sesi mikrofondan geçmese, hem daha doğal bir renk dinleyebilir, hem de piyanoyu daha rahat duyardık gibi geldi bana. Nihâvend, Hüseynî, Anadolu caz ve rock geçişleri yakaladım zaman zaman. Davulla piyanonun sohbeti ya da kavgası, Kathleen Battle’in efsanevî “İlkbahar Sesleri” kaydındaki, flüt ile oynaşması gibiydi. Sitar ve piyano “karabatak” paylaşımlar yaptılar. Melodik kurgunun içinde “doğaçlama”, beklediğimden daha azdı ve düzenli partisyonlar arasında kayboldu, yetmedi bize. Caz adına, doyumluk değil, tadımlık oldu.
Finaldeki tempo gösterisi ise nefesleri kesti. Davulcunun, BIS için Zilciyan’ı bırakıp Steinway’ı kullanması da kuşkusuz etkileyiciydi. Ama galiba, sevgili Haluk Orpak’ın, gelecek konserden önce akorda bir bakması gerekecek. “Teşekkürler İKSEV. İzmir, sizinle çoğalıyor.”
Paylaş