Manisa’dan İzmir’e Selam Getirdim…

2014’ün mayıs ayında, “MÜZİKSEV’in butik salonunda, “Tanburî Cemil Bey’e mektuplar…” isimli repertuvarı, seslendirmiştim; piyano ile… “…İzmir’den  bir vefâ seslenişi olabilmekten ibarettir maksadımız” dediğimiz tarihte, ölümünün 100. Yılına daha 2 yıl vardı büyük Usta’nın.

 

O Cemil Bey ki, “besteciliğinin yanında, ‘Tanbur, Klâsik Kemençe, Lavta, Çöğür, Viyolonsel, Ud, Keman gibi mızraplı ve yaylı sazlar’ın, deha mertebesindeki icracısıydı... Yaylı Tanbur’un mucidiydi. Tek başına halka açık konser veren ilk TürkMûsikîsi sanatkârı olmasının yanı sıra, taksim besteciliği geleneğini de başlatan kişiydi. Hiçbir saz eserini iki kere aynı şekilde çalmadığı rivayet olunan ‘nev’i şahsına münhasır bir virtüöz’dü... Tanburî Cemil Bey’e kadar olan geleneksel tanbur icrası, (yatık açıyla tutulan) bir mızrap darbesinden sonra elde edilen titreşim sırasında, mümkün olduğu kadar fazla perde kullanmak ve az sayıda mızrap atmak temeline dayanıyordu. Cemil Bey'in tanbura dinamizm ve hareket getiren tekniği, seri (ve daha dik açıyla tutulan) mızrap vuruşları ve icrada yakaladığı hareketlilik, döneminde, hayli ağır eleştirilere uğramıştı; bu ekol tartışmaları, bugün bile sürmekteydi... Öte yandan, (teknik imkânsızlıklar içinde kaydedilmesine rağmen) elimizde bulunan plâkları, kendisi için sarfedilmiş, ‘inanılması pek güç ve hattâ hayrete sığmayan övgüler’ ve bu efsane sanatkârın “biricik”liği hakkında, fazlasıyla fikir vermeye yetiyordu…”

 

Ama talihsizliğe bakın, 29 Temmuz 1916 tarihinde aramızdan ayrılan Cemil Bey’in ölüm yıldönümü, İzmir’deki Türk Mûsikîsi topluluklarının “yaz tatili”ne (?!)  rastlıyordu ve açıklanan  yıllık programlara bakılırsa, (şimdilik) İzmir’de pek anılacağa da benzemiyordu. Acaba, (Cinuçen Tanrıkorur’un ifadesiyle) “yazılan müzikle çalınanmüzik arasındaki ayrımı en belirgin biçimde ortaya koymuş olan, Türk Mûsikîsi’nin SonPeygamberi”, medyada, bir futbolcunun transfer ya da aşk dedikodusu kadar yer bulabilecek miydi ?

 

Takvim yapraklarını, bu ruh hâli çerisinde bir bir kopartırken, Yrd. Doç. Dr. Ünal Şenel’den bir davet maili aldım. Manisa Mevlevîhânesi’ndeki mûsikî akşamlarının biri,“İstanbul’un Özlü Sesi” adı altında, Tanburî Cemil Bey’in bestelerine ve anma programına ayrılmıştı. Mevlânâ Araştırma Kültür Sanat Derneği (MAKSAD) ile Manisa Celâl Bayar Üniversitesi, “Manisa ve Yöresi Türk Tarihi ve Kültürünü Uygulama ve Araştırma Merkezi”nin destekleriyle tertip edilen, “İzmir Türk Mûsikîsi Topluluğu”nun konserini dinlemeye gittim. Hakkı Demirok, Esra Dilekli Demirok, Sibel Aşkın ve Yılmaz Aksoy’dan oluşan “hânendeler”e, “Serhat Şaşman (Ud), Burak Savaş (Keman), Selim Şenel (Tanbur), Osman Çalışkan (Ney), Enes İçer (Klâsik Kemençe) ve Uğur Urşan’dan (Bendir) oluşan “sâzendeler” eşlik etti.

 

1368’den beri, “mânâ ehli”nin buluştuğu bu mekândaki mûsikî akşamlarının bir özelliği de, özenle hazırlanan program kitapçıkları. İçinde repertuvarın notaları var. Hem dinliyor, hem mırıldanıyorsunuz; hem de elinizde konserin anısı olarak küçük bir nota albümü kalıyor. Yıllar sonra bile, “filânca akşam ne dinlemiştik ?” sorusunun yanıtı cebinizde ! “Mahûr peşrev” ile başladı gece… “Var iken zâtında böyle hüsn-ü ân olma nihân”ı, “Ah, sen gül eğlen şâd-ı gâm ol daima…” izledi.  Ardından sazlardan, “Muhayyer Saz Semaisi”ni dinledik ve muhayyer şarkı, “Pür lerze olur rûyini gördükçe cenânım” geldi peşinden. Meşhur “Kürdîlihicazkâr Peşrevi”, aksak şarkıya bağladık: “Def’i nâliş eylerim hep seyr-i ruhsârınla ben”.  Şehnâz tanbur taksimiyle, güftesi Nigâr Hanım’a ait olan, benim için gecenin armağanı ve bunaldığım zamanlarda hayatımın şarkısı saydığım şâhesere ulaştık: “Feryâd ki feryâdıma imdâd  edecek yok…” Cemil Bey’in Ferahfezâ Saz Semâisini ise çok zarif bir 4. Hâne yorumuyla yudumladık. Sırada Nihâvend bir Yürük Semaî vardı ve “Sevdim seni ey işvebâz” diye seslendi sanatçılar. Konserin sonunda, Hüseynî makamına geçerken, Klâsik Kemençe ve Ney, karabatak bir taksim İle sohbet ettiler adetâ… İz bırakmak üzere en sona, “Görmek ister gözlerim her dem seni”ye bağlı olarak, Hüseynî Oyun Havası, “Çeçen Kızı” bırakılmıştı. Sanatçılar mikrofon kullanmadılar; icra sırasındaki doğal akustik, bir oda müziği lezzeti verdi. Sandalyeler yenilenmiş, ama konuşmalar sırasında kullanılan ses düzeni tam anlamıyla bir felâket… Sahnede 11 sanatçı vardı, dinleyiciler de topu topu 20 kişiydi. “Cemil’in cenazesinde de 13 kişi varmış zaten” deyip geçiştirmek yakışmaz.“Tanburî Cemil Bey çalıyor eski plâkta…” diyenler orada olmalıydı. Vefâ, İstanbul’da bir semt adı değildir sadece. Tam çıkarken, arkamdan “Mevlevîhâne”nin “hişşt derviş” diye seslendiğini duydum; ya da bana öyle geldi. “İzmir’e selam söyle” dedi. “İzmir Mevlevîhânesi için 6 makale yazdın da ne oldu ? Kimin Umurunda Yâ Hû ? Sen hâlâ konserde 20 kişi var derdindesin…”

Yazarın Tüm Yazıları