Paylaş
BİR vakitler, eski yılı paketlerken, “kolay okunan zor yazılar” yazmak âdetim vardı... Yılın en son yazısıyla epeyce bir uğraşırdım; “az zamanda çok şey söyleyebilmek” için. Sonra ne oldu, nasıl olduysa, mûtadı bozuldu bu merakın. Geçenlerde tekrar aklıma düştü. Takvime bir göz attım. Pazartesi yazısı 31 Aralık’a denk gelmiyor mu? “Fırsat bu fırsat” diye düşündüm; “aslımıza dönelim, belli edelim tercihimizi...”
“Tercih” dedim de, hep merak etmişimdir; “İki kere aynı hatayı yapmak imkânsızdır! İkinci kez yapılanın adı tercihtir...” lâfını edene, “Kazanmaktan mı, ‘kaybetmekten’ mi söz ediyorsun” diye sormuşlar mıdır acaba?
“Kaybetmek” deyince, insan durup dururken Sun Tzu’nun, öfkeyi, ısrarla “sessizlik”ten ayrı düşüren, “Dövüş ustası olanlar öfkelenmezler, kazanma ustası olanlar korkmazlar, akıllılar dövüşmeden kazanır, cahiller kazanmak için dövüşürler” telkini ile yüzleşiveriyor çünkü...
“Sessizlik” deyince, Pythagoras’ın, “Ya sessiz ol ya da sessizlikten daha iyi bir şey söyle” diyen tespiti ok gibi saplanıyor hayalhâneme...
“Ok” deyince, Uzakdoğu’ya uzanıyorum ve “En fazla ileriye giden ok, en çok geriye çekilmiş yaydan çıkar” inceliğinin hakkını teslim etmek zorunda kalıyorum.
“İncelik” deyince, turuncunun coğrafyasından sıyrılıp, yazarın renk kartelasına sığınıyorum; Eflâtun, “Kaybettiğimiz inceliktir” diyor çünkü “Suskunlar”da... “Eflâtun” deyince, Nef’i’den bir beyit telâffuz etmeden olmuyor elbette: “Akla mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan eğer/bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol...”
“Akıl” deyince, ister istemez, “Koyma akıl kapıya kadar gider” yakıştırmasıyla rüzgârlanıyorum. “Rüzgâr” deyince, Montaigne’i anmak gerekiyor ve “Gideceği limanı bilmeyen gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez” ifadesinin çarpıcılığı, yaşlanmakta olduğumu yüzüme vuruyor.
“Yaşlanmak” deyince, Shaw ile ilk tanıştığım yıllara gidiyor ve “Yaşlanıyorsunuz; ama bakıyorum bunu bile bir övünç nedeni yapıyorsunuz, her konuda olduğu gibi...” iğnelemesini, artık anlıyor olmanın ironisi ile gülümsüyorum.
”İroni” deyince, Şarlo’nun Einstein’a, “Beni alkışlıyorlar çünkü hepsi beni anlıyor; seni alkışlıyorlar çünkü hiçbiri seni anlamıyor” derken, ona az da olsa imrenip imrenmediğini merak etmeye başlıyorum.
“Anlamak” deyince, son cümle ile zihnim bir Hadis-i Şerîf’e yanaşıyor ve “İnsanlara anlayabilecekleri kadarını söyleyiniz” sesine kulak veriyorum.
“Yanaşmak” deyince, “İskele vapura yanaşmaz” söyleminin, gücünü basitliğine borçlu olduğunu fark ediyor ve susuyorum.
“Susmak” deyince, epeyce yabancı dil bilen İlber Hoca, herhalde birkaç dilde susmayı da biliyordu diye fikrediyorum. Öyle olmasa, “Hiçbir şeyin farkında değilsiniz” demek varken, “Benim talebelerim Goethe’yi de Faust’u da bilirler, ama hangisi hangisini yazmıştır; ondan haberleri yoktur” diye sitem eder miydi bize Mülkiye’de?
“Sitem” deyince, hiç değilse bazı okuyucularımın, “Bu kadar karmaşık yazmak zorunda mıydın? Cümlenin nerede başlayıp nerede bittiği belli değil birader” şeklinde söylendiklerini duyar gibi oluyorum.
“Bitmek” deyince, “Bana ayrılan sözcük sayısının sonuna geldiğimi” hatırlatıyor bilgisayarım.
“Son” deyince... Yazının sonu yılın sonunu işaret ediyor ve birinin sonu yeni bir diğerinin başlangıcını... İster istemez, “Ne zaman yeni bir bebek gelse dünyaya, Tanrı hâlâ insanlardan bir şeyler bekliyor demektir” lâfına inanasım geliyor.
“İnanmak” deyince, artık söyleyeceğimi hiç dolaştırmıyor ve “Siz de öyle yapın” diyorum; “Yeni yılda umudunuz hiç tükenmesin...”
Paylaş