Paylaş
İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV), gençleri ustalarla buluşturan “Ustalık Sınıfları”nın bir başkası daha, “Piyanist Gülsin Onay ve öğrencileri”nin, aynı sahneye çıkması ile noktalandı. Kendilerine, “kimi zaman teknik, kimi zaman yorum, kimi zaman da eserin mimarisi” hakkında yardımcı olan “Usta” ile dört gün çalışma fırsatı bulan geleceğin piyanistleri, (Pelin Değirmencioğlu, Ateş Güldoğan, Nil Güngör, Can Özükan, Papatya Biter, Beste Tanağardıgil, Telvin Deniz Çelik, Alp Birsel, Ece Tuncay, Aykut Yusuf Akarslan, Emre Nurbeyler) dün akşam, MÜZİKSEV’in “Butik” Konser Salonu’nda sahne aldı ve Schumann’dan Chopin’e, Liszt’e, Mozart’tan Khachaturyan’a, Beethoven’e, Bach’a, Debussy’ye uzanan bir ufuk turunda, izleyicileri “müzikal bir gezinti”ye çıkarttılar. Gülsin Onay ise en sonunda “istisnaî bir yorumcu”su kabul edildiği Chopin’in, “Grande Polonaise”i ile ışıklandırdı geceyi...
Çalışmaları, konserden önce, İKSEV’in Karataş’taki binasında izleme fırsatı buldum. Daha önce de “Ustalık Sınıfları”na katılmıştım, ama izlenimlerime bu kez eklemek istediğim birkaç satır var! Açıkçası, bunları, “meraklısı” ile paylaşmayı boynumun borcu sayıyorum... “An”a kilitlenmişti Gülsin Onay... Ve sadece “an”ı yaşıyordu. Bütün enerjisini, beyinselliğini, teknik ve duygusal birikimini, yorum ayrıcalığını, hepsini, ama hepsini, esirgemeden tuşların üstüne seriyor; sanki hayatındaki bütün işi ve meşguliyeti sadece ve sadece buymuş gibi davranıyordu. Bir kez daha hissediyordunuz ki, dünya çapındaki kabul görmüş başarı, “...mış gibi yapmamak” kalitesinden gelmektedir. Saatler boyunca, “sakin, dingin, pozitif” kalabiliyordu. Küçükle küçük, büyükle büyük oluyor, sarılma isteğini geri çevirmediği “biraz daha kırılgan bir öğrenci”nin haliyle halleniyordu... Sınırsız bir sabırla ve sadece verici olmak idealiyle nefes alıp veriyordu. Ve “ne kadar usta olduğunu, onu söylemeye hiç ihtiyaç duymaması”ndan anlıyordunuz...
Çağrışımlara gelince... “Bilimsel bir araştırma yapılsa” ve “sokaktaki adam”dan az hallice Türk vatandaşlarına sorulsa:
“Biletinizi biz alsak, Businness Class’ta mı uçmak istersiniz? Yoksa dünyanın ayakta alkışladığı bir Türk sanatçısının yönettiği bir ‘Master Class’a mı katılmak istersiniz dünya gözüyle?” Peşinden, hemen şu soru eklense: “Paris’te, ‘First Class’ bir lokantada, bizim misafirimiz olarak yemek yemek mi, yoksa, İzmir’de bir devlet sanatçısının yönettiği bir ‘Master Class’a mı, hangisi?”
Businness Class ve First Class’ın Türkçe karşılıkları hakkında, (meâlen de olsa...) zorlanmayacaklarını sandığım “denek”ler, olasılıkla, yanıt vermeden önce, soracaklardır; “Master Class nedir?” diye. Ben size, böyle bir durumda, “büyük resim”den yadigâr kalacak çıkarımları özetlemeye çalışayım, kendimce...
Bu sınıflardan, sadece bir tanesi, (Master Class) “usta”ya ve “ustalığa” ihtiyaç duyar. Diğerlerine (ve benzerlerine...) parayı bastırınca ulaşabilirsiniz, “herhangi biri olmak” yeter de artar bile! İşte, “varlıklı olmayı tercih edenlerle, var olmayı seçenler” arasındaki temel fark işte bu kavşakta ortaya çıkar ve buradan doğan ayrıcalık, “yetkinlik ve donanım” katarının yüküyle ölçülür. Nihayet “son tahlilde, ‘Ustalar’ın, bu yükle incelmiş oldukları” tespitiyle el sıkışırsınız. Ustalık sınıfları, “toplumdaki ‘kalın’ sayısını, mümkün olan en aza indirmek için, evrene atılmış bir taş”tır. Bugünün “nevniyâz” piyanistleri içinden, çıraklar, kalfalar ve daha başka ustalar çıkmayacağını, kim iddia edebilir? Çıkmasa bile, böyle bir sınıfa katılan genç insanlar, bu deneyimi asla unutmazlar, unutamazlar... Sadece bu “anı”nın inceliği bile, onların hayatında çok şey değiştirmeye yeter. Bir de geriye, “Usta”nın, samimi sorusu kalır:
“Acaba, 750 bin nota mı dinledim?” Teşekkürler Gülsin Hanım...
Paylaş