Paylaş
Gavsi Ozansoy, Türk Edebiyatının ünlü kalemi (aynı zamanda hecenin 5 şairinden biri olan) Halid Fahri Ozansoy’un oğludur ve gazeteci kimliği zaman zaman daha öne çıkartılmış olsa da, kendisi de bir şair ve yazardır. Babasının yazı işleri müdürlüğü yaptığı “Servet-i Fünûn – Uyanış” dergisinde, 1940 yılında “Tasfiye Lâzım” adlı bir yazı yayınlayarak edebiyatımıza “Tasfiye Hareketi” adı ile geçen isyanın da öncüsü olur. Tasfiye hareketi, sebepleri itibariyle çok ses getirecek bir güce sahip bulunmasa da, sonuçları itibariyle edebiyatta yeni oluşumlara kapı aralamış, meselâ kendisinden sonra gelecek Garip akımının hazırlayıcısı olmuştur. İşin hoş ve çarpıcı tarafı, baba oğul, aynı gazetede, karşılıklı köşelerde yazmaktadırlar ve tasfiye edilecekler listesinde, (hareketi gelip geçici bir gürültüden ibaret olarak gören…) baba Ozansoy’un da adı vardır. Ayrıntıları, çeşitli akademik çalışmalara konu olmuş bu “kırılma noktası”ndan, burada uzun uzun bahsedecek değilim; ama tartışmasız şekilde önemli bir çıkıştır ! Çünkü Türk medyası, dümen suyu yayıncılığından, ortak manşet kültürüne doğru seviye kaybederken, basın tarihçilerine bırakılmış önemli ayak izleri içerir “Tasfiye Hareketi”. Peki yıllar sonra, “benim aklıma nereden düştü” dersiniz ?
Geçtiğimiz Cuma günü, sevgili Adnan Kaya’nın “Eleştirin Ama” başlığını taşıyan yazısında, (mealen)“…Oraya yağınca ‘doğal afet’, buraya yağınca ‘beceriksizler’ deniyor” feryadındaydı yazar. “…Tüm yurdu etkisi altına alan yağışlı hava Ege’yi de vurdu. Geçen pazartesi ve salı gök adeta delindi. Meteorolojinin resmi rakamlarına göre (sadece) İzmir’de metrekareye ortalama 85 kilogram yağmur düştü…” diye devam ediyor, ilçelerde ve Ege’nin farklı noktalarında metrekareye düşen yağmur miktarını paylaşıyordu; “99, 103, 122, 215…” Yazısındaki “tabii sonrasında bildik manzaralar” ifadesi zarif bir ironi içerse de, ağzını hiç korkak alıştırmadan, (insafsızca bulduğu) vatandaş tepkilerini örnekliyordu: “…yüzme bilmeyen sokağa çıkmasın, aşırı yağış İzmir’in sokaklarını kazlar ve ördekler için doğal yaşam alanına dönüştürdü…” gibi. “Haber kutsal, yorum hürdür bahsi”nde ise, fikri çok açıktı: “Peşinen söyleyeyim, hiçbirine en ufak bir itirazım yok. Benim takıldığım, tüm bunların sadece muhalif belediyelerin yönettiği yerler için yapılması. Diğerlerinin ya hiç görülmemesi ya da ‘yüzyılın doğal afeti’ nitelendirmesiyle, kimsenin yapabilecek bir şeyinin olmadığının vurgulanması. Kimseyi savunacak değilim. Zaten bu köşeyi okuyanlar, yerel yönetimleri nasıl eleştirdiğimi de hatırlayacaklardır. Ama… Konuşmak için her yağmurdan medet umanlara da ‘El insaf’ diyorum…”
Bendeniz ise, aynı gün, Hürriyet Ege’nin aynı nüshasındaki yazıma, “İzmir’in yazgısı ve ‘su’dan şeyler” başlığını atmıştım. Hepimizi geren bu konuya biraz daha gülmece gözlüğünden yaklaşmış ve “anakronik bir derleme”yle, yazıya hayalî karakterler sokuşturmuştum. Nihayet, “Ne olacak bu su işleri Başkan, hiç gülmeyecek mi yüzümüz ?” sorusuna, Sadettin Kaynak’ın muhayyer şarkısıyla yanıt vermiştim: “Su akar güldür güldür / mendilim dolu güldür / yeri göğü yaratan / bir gün bizi de güldür…” En sonunda konuyu, “Daha ne söyleyeyim ? ‘Ârif olan anlar” diye bağlamış ve “bu işin ‘suyu’ çıktı demekle yetiniyorum... Daha konuşturmayın beni !” diye bitirmiştim.
İki yazıda ortak olarak kullanılan sözcüğün “insaf” olması, okuyucunun dikkatini çekti mi veya Adnan Kaya, aşağıdaki satırlar için bana katılır mı bilmiyorum ama, yola bu “görünmeyen mutabakat” üzerinden devam etmenin katma değeri yüksek olabilir kanısındayım. Bana göre, “bütün ama bütün seçilmişler”, “yakınmak için değil, yakınmayı ortadan kaldırmak için” seçilmişlerdir… Eş zamanlı olarak, “bütün ama bütün suimisaller de misal olmaz / Kötü örnek, örnek değildir…” Ve bir Gaziantep Atasözü, gereksiz alınganlıkları şöyle hicveder: “Eğer 2 kişi başında fes yok diyorsa, elini başına götür de bir bak kardeşim ! “
2 “şehir yazarı”nın, (insaf gibi bir) asgarî müşterekte buluşan, ama (sanki karşısındakine -tasfiye lâzım- diyormuş gibi…) taban tabana zıt 2 köşe yazısı, aynı gün gazetemizin sayfalarındaydı. Okuyucu “her iki görüşü” de okudu; son tahlilde karar, elbette kendisine bırakılıyordu… Dikkatli gözler için, bu bir “gazetecilik dersi”dir. İşte Hürriyet, bunun için Amiral Gemisidir !
Paylaş