Paylaş
Ben, kendisini ağırlayıncaya kadar, aklımca “estetik” diyordum “temel sıkıntımız...” Kendisi, “tüy gibi bir sözcük” kullandı bunun yerine. Öyle bir sözcük ki, sorgulayan ve mahcup eden ağırlığıyla gündeme oturuverdi. Eskilerin “zurefa’nın” diye başlayıp, “düşkün”üne “beyaz”lar giydirdiği, Cyrano’nun ünlü burun tiradında, bahis “zarifâne” olunca, “kuşları sevdiğiniz besbelli” diye uçuşan, Cenap’ın “...zekânın tellâlıdır” dediği bir kavramı, ağzını korkak alıştırmadan kullanıverdi. “Dünya ile karşılaştırınca hayatımızda, -İzmir’de bile- hep bir şeylerin eksik olduğunu düşünmüşümdür; anladım ki ‘zarafet’ eksik” dedi. “Bunun giderilmesi için en önemli kaynak ise sanat” vurgusu yapıldığında, artık izleyici, bu yolun “gusto”ya çıkacağını, “bütün meselemizin ‘iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırabilme yetisi’ne ulaşmak” olduğunu anlamıştı.
Hattâ konuğum, işi orada da bırakmadı; üçüncü bin yılın açmazını da “şöyle söylerler” diyerek vurguladı: “Aklın ve duyguların birlikteliğinden doğan zarafet, zamanla yerini aklın ve bilimin birlikteliğinden doğan teknolojiye bıraktı.” Sözünü sakınmadan devam etti: “Zarafet noksanı için toplumdan geri-bildirim alamıyoruz; birçok kişi farkında bile değil.” İşte bu noktadan sonra sohbetin “sıradan”lığı ve sadece Olten Filarmoni kronolojisinin konuşulacağı “dedim dedi”den ibaret bir “vasat olma” tehlikesi buharlaşıverdi. (ege.egetv.com.tr adresinde, “Programlar ve Ferah Kahvesi” sekmesinden izlenebilir.)
Çünkü sanatseverler, “üçüncü sezonun kutlandığı”nı zaten biliyordu. Zaten, www.oltensanat.com adresinde, “...Sanatçı gençlere istihdam sağlayıp onlara kendilerini ifade edebilecek bir platform oluşturabilmek, sanatın evrensel dili ve aydınlık yüzü ile tanışabilmenin olmaz ise olmaz tek koşulu. Sanat ile ilgilenmek ve onun evrensel dilini anlamaya çalışmak, nesne olmak ile kendimiz olmak arasında bir seçimi zorunlu kılar. Ve ancak; kendisi olmayı seçenler, düşünebilirler ve düşünebilenler sorgulayabilirler ve sorgulayabilenler farkına varabilirler ve farkına varabilenler kavrayabilirler ve kavrayabilenler kendi bireyselliğini evrendeki doğru yerine koyabilirler” mesajı çoktan verilmişti. Sıradan bir arama motorundan, sosyal medyadan, gerek kurumsal duruş, gerek okul ve akademi oluşumu, gerek kapıların “Kuartet” ile açılışı ve gerekse maestro Yazıcı yönetimindeki “Filarmoni”nin yükselen grafiği, sanatın en çok ihtiyaç duyduğu 2 “püf”ün buluşturulduğu ayrıntısı, yani akademi düzeni ve usta/çırak ilişkisinin bir arada bulunduğu müjdesi hakkında, çok şey öğrenilebilirdi. Biz de “malûmun ilânı” yerine, dümeni “az konuşulan sular”a kırdık.
“...Konservatuvar mezunları istihdam edilemiyorlar. Daha da vahimi, sanatçı renkleriyle kendilerini ifade edecek bir platform bulamıyorlar” gerçeğinin tekrar altını çizdik. Bir girişimcinin, “Sanata yapılacak yatırım, endüstriye yapılacak yatırımdan daha verimlidir” isyanına, “aynı zamanda bir iş koludur sanat” bilincine tanık olduk. Olten, bir başka “söylenemeyen”i de, (fincancı katırlarını ürkütmeyi göze alarak) dile getirdi: “Bütün bunları, İzmir, bir kültür ve sanat şehri olduğu için değil, (yeter artık ama...) ‘olmalı’ dediğim için yapıyorum.” Giderek, “İnsan bencil! Aslında her şeyi kendimiz için yapıyoruz. Torunlar, ‘toplum için bir şey yaptın mı?’ diye sorunca, yüzüm kızarsın istemiyorum” itirafının çıplaklığında, bu seçeneğin kabuğunu kırdığı farkındalık, keşke toplumda bir zincirleme reaksiyonu tetikleyebilse durağına ulaştık. “Fabrika kurmaktan daha zor bir şeye soyunduğumuz ortada iken ve mühendis gözüyle, bütün veriler ‘yapma’ derken, ‘bu yatırımın bana dönmesi diye bir derdim yok, torunuma dönsün yeter!’ diyebilme ayrıcalığına dokunduk. Nihayet, “sanatçının rızk beklentisi, ‘dolu salon’ aslında. Ustalar, ‘önümde kaç kişi, arkamda kaç kişi olacak ve ben nerede çalacağım?’ sorusuyla elimizi sıkıyor. İşin içinde, sanat izleyicisi yaratma sorumluluğu, kendi seyircinizi yaratma sorumluluğu da var” diye toparladı konuğum. Ne diyeyim? “Herkes kendi torununa hesap verecek...”
Paylaş