Paylaş
İlk bakışta yadırgayabilirsiniz topluluğun adını…
Çünkü onlar, alışageldiğimiz anlamda müzisyenler değil; hiç olmadılar…
Sahnede izlediğimiz, (sıra dışı isimlerinde de belirtildiği gibi)
müzik yapmak ve bu şekilde hayatlarını devam ettirmek amacıyla kurulmuş,
bir sosyal kulüptür aslında; özünde komünal bir oluşumdur.
Yaptıkları müziğin ve Küba’nın ruhuna uygun olarak,
kimsenin, öne çıkıp yüksek sesle "ben" demediği bir organizmadır.
Dinleyenin kanını kaynatan müzikal şifreleri çözmek için çekilmiş “belgesel” de,
Küba sokaklarına asılmış bir pankartla bizi karşılar ve selamlarlar: “Biz düşlere inanırız...”
O düş, Uygur atasözünde,“yaşlı yok düzen yok…” diye dünyaya dil çıkartan
yaşama sevinciydi herhalde.
Buena Vista Social Club, 1940'ların Küba'sında,
müzisyenler arasında popüler olmuş bir müzik ve dans kulübüydü.
Daha basit tanımlarsak, Küba'da kurulmuş bir müzisyenler kooperatifiydi.
Bu isim altında dinlediklerimiz, bildiklerimiz, bu Kulübün popüler olmuş,
dünya çapında tanınmış ve bir geleneği sahneye taşıyan üyeleridir sadece.
Compay Segundo, İbrahim Ferrer, Omara Portuondo tarafından oluşturulmuş,
sadece ve sadece para kazanmayı amaçlamış insanlardan müteşekkil bir orkestra oldukları düşüncesi ise, ciddi bir yanılsamadır; gerçek şudur: “Onları dinlerken, hayata, müziğin çekim gücüyle ve bambaşka bir tutkuyla bağlı olduklarını hissedersiniz”. Üstelik bu tutkuyu size de bulaştırırlar.
Topluluk yıllar içinde, Küba müzik geleneğini, coşkulu ve ateşli bir biçimde kutlamak için
eski kuşak ve yeni kuşak sanatçıların bir araya geldiği, özgün, dinamik ve çok jenerasyonlu bir puzzle haline geldi. Müzikte, gelenek ve gelecek ilişkisinin sembolü oldular. O kadar ki, "Orquesta Buena Vista Social Club" ismi, artık Küba'nın "müzikteki altın çağı" olarak nitelendirilen 40'lı ve 50'li yılların geleneksel müziğini betimlemek için kullanılıyor.
Yaklaşık üç bin kişi, İKSEV’in evsahipliğinde, işte bu efsanevî Kübalı müzisyenlerin performansına “tanıklık” etti. Çeşme’deki konser; açıkca “tarihe not düşmekti…” İsimler, şarkılar, öyküler, portreler… Bunlar hep yazıldı çizildi. Fazlası lâf kalabalığı olur. Tabii birer birer eksiliyorlar… Bu sebeple, bir pırıltının altını özellikle çizelim. (Eski bir TV programının adından esinlenerek kullanalım) 1930 doğumlu Omara Portuondo, (Siz O’na Müzeyyen Senar gözüyle bakın…) “Giderayak”, Besame Mucho’un belki de dinlediğim en güzel yorumuyla oturduğum yere çiviledi beni.
Onları dinlerken, izlerken, Attila İlhan’ın, “İhtiyarlar Balladı”ndan uzaklaşıyor, “Onlara ün mü gelir bazı ses mi duyarlar ? / Yumuşak bir kedere ufalır bakışları /… Yaşayıp durmaktan gizlice utanırlar / Her gece artık gitmek vaktidir sanırlar…” dizelerinden kopuyor, Cemal Süreya'nın "Ölüm geliyor aklıma birden ölüm / bir ağacın gövdesine sarılıyorum…" eylemiyle tanışıyorsunuz. Nâzım Hikmet'in, “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı / yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin / hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil / ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için / yaşamak yanı ağır bastığından..." yollu telkin, isyan ve ısrarına hak veriyorsunuz. Üstelik, “Adios-Vedâ” turu attıklarına da inanasınız gelmiyor… Çünkü, aslında sahnelerindeki “vefâ” rengi ve köklerine olan bağlılık, müzikle, dansla, gözlerdeki parıltıyla yansıyor size… Hâl böyle olunca, “hükümran olan ölülerdir; yaşayanlar sadece itaat eder…” sözüne, bir daha inanıyorsunuz.
Paylaş