Paylaş
Aslında bu çok ciddî bir taahhüttü. Yani, “lâyık olma, yaraşma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik ve yetenek”, ücret için temeldi. Ve zaten bilinirdi ki, Murphy’nin altın kuralına göre, “Altını olan kuralı koyardı” ; üstelik, son yıllarda, dünya televizyonlarını kasıp kavuran fantastik bir TV dizisinde açık açık telâffuz edildiği gibi; “…zenginler, hiçbir zaman aldıklarından fazlasını vermedikleri için zengindi…” Fayda-maliyet ilişkisi, “sineğin yağı, narenciyenin posası…” gibi deyimlerle anlatılırdı.
Devlet hizmetinde ise, böyle bir tekdüzelik söz konusu değildi. “Almadan vermek Allah’a mahsustur…” samimiyetindeki “tutkulu”lar da çalışırdı, “yan gelip yatanlara, mesai dolduranlara, -bugün git yarın gel-ciler’e, yün örenlere…” filân da masa verilirdi. Özetle, hem “uzayıp kısalması beklenmeyen” bu topluluğa, hem de “verdiğinden fazlasını alanlar”a literatürde, “Devlet memuru” denirdi. Rahmetli Çetin Altan, bu çok renkli kalabalığı, “hazineden geçinmeliler” diye isimlendirerek, toplumdaki yaygın kanaati mecburî bir “gülümseme”ye çevirdiyse de, “performans, verimlilik, katma değer, inisiyatif, innovasyon” terazisinde devlet memurları, (hem alış hem de veriş bahsinde) kurulu düzen gereği hep birkaç adım geride kaldılar.
Devlette, bazı mevkiler ise külliyen “liyâkat”a bağlanmıştı ve bu kadrolara, takdim edilirken,
“mümtaz devlet memuru” etiketinin eklenmesi uygun görülmüştü. “Hariciyecilik, Valilik, Yüksek Yargı Üyeliği, hattâ ayağa düşmeden önce akademik ünvanlar, Rektörlük filân…” bu listenin en başında yer alırdı.
Ben, memur çocuğu bir “Mülkiye”liyim… Uzak-yakın akrabalarla birlikte, ailemizde epeyce kalabalıktır “Siyasal Bilgiler” mezunları… Son İçişleri mensubu Mehmet Nuri Bey’di; son Dışişleri mensubu da rahmetli amcamdı… Benim kısmetime, “İktisat ve Maliye” bölümü düştü. Sonrası “İdarî Yargı”da hâkimlik ve “bu kadar yeter !” faslı…
Mezuniyetin üzerinden geçen süre 40 yıla yaklaşınca, bizim kuşağın emeklileri, sayıca çalışanları sollamaya başladı. Gün geçmiyor ki, yeni bir “işe vedâ” haberi gelmesin… Zaman zaman buluşup, hasret gideririz sınıf arkadaşlarımızla. Biribirimizin kariyerine methiyeler düzer, “keşke ben de senin gibi…” parantezleri açarız. Diplomatlar, Hesap Uzmanı kökenlilerin servetlerine sataşır, onlar, diğerlerinin “seçkin bir uçan halı”yla, dünyanın altını üstüne getirmişliğine takılır; Valiler, “Devlet Baba” rolüyle, kaymakamlık dönemlerinin meşakkatini pazarlamaya çalışır ötekilere… Bu, “hiç kimse için” bir “kıskanma” değildir; “bilinmeyene, tahmin yoluyla bir imrenme”dir olsa olsa.
En son Dışişleri Kararnamesini gördükten sonra, meslek hayatımın kilometre taşlarına bakıp, bütün “imrenme gemileri”ni yaktım ! “Hamdolsun…” dedim; rahmetli babamla karşılaştığımda, hâlâ “bakacak yüzüm, verecek cevabım” olduğu için...
Demem o ki, kendime göre, tam zamanında ayrılmışım; “liyâkat, Devlet hizmetinden; buharlaşmadan evvel…” Yeni slogan, bizi bozardı çünkü:
“Liyâkat (o her ne ise ve nasıl ödeniyorsa…), ücrete göre belirlenecektir !”
Paylaş