Paylaş
“Ben ‘unutulmuş zamanların musikisi’ni özlüyorum. Bir nefes alaturkaya muhtaç haldeyiz. Ama 3 vakte kadar iyi haberlerim olacak...” İş “telve dedikodusu”ndan çıktığına göre, artık sizlerle paylaşabilirim. Biz de farkındaydık, Attila İlhan’ın “...olmuyor neyleyim / olmuyor velinimetim efendim / olmuyor yirminci asırda / tarz-ı kadîm üzre gazeller söylemek...” dokundurmasının üstünden, (fazladan) bir asır daha geçtiğinin. Ama Şair’in “...Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra / Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara / Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız / O mahûr beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız...” dizeleri de cesaret veriyordu insana.
Hattâ heyecanımız bununla da kalmıyordu. Çünkü Can Yücel de, “Baykuş aslen bir hatundur bakmayın baylığına / Mekânı cennet ola, makâmı şattaraban / Her mendakkadukkada bir dokuz doğuran... / Kuşkonmaz sütüyle emziriyor geceyi / Ve zifirî yıldızlar ürüyor eski samanyollarından..” diyordu; “Cenneşanuhu”da...
O samanyolları ki, Alsancak’tan ve tabii Can Yücel sokaktan da görünür; yolumuzu yine Atila İlhan’dan bir “İncesaz şiiri”ne çeviriyordu: -Telli havuzlarda haziran gecesini titreten ziller ve çılgınlığımızı belirleyen delimsirek bir santûrdan sonra- nihayet, “kötümser bir mutluluktur eski tutkuların gülüşündeki / karanlık çığlıklara benzer tavûsların ötüşündeki / kimbilir hangi iklimdedir hangi kadındır düşündeki / anlaşılmaz öyle saydam bir ışığa bürünmüştür ki / nihâvent mi ışıldar içimdeki yoksa samanyolu mu?”
Kim bilir, belki de böyle bir geceyi kastediyordu Can Yücel, “Ağlıyorsam gözyaşım iki gözüme dursun / Vermişim ben canımı al-uzun bir havaya...” derken. Ama Usta’nın, “Deniz ki Güler’le Güzelbahçe’deydik / Patladı Eşek İmbatı / Bu poyraz lekesi, bu liken / Dönünce dehşet lodosa / Huu dedim, huhuu / Secdeyettim laciverdiye” dediği deniz, körfezden başka türlü görünmüş olmalı ki Attila İlhan, “Karantinalı Despina”sında, “Gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması”ndan, “havuzda samanyolunun hisarbuselik şarkısı”ndan dem vuruyordu. Ve Şair’de gece, “Şamdanları donanınca eski zaman sevdalarının / Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın” tadında devam ediyordu. Baktık ki Melih Cevdet de, “Çık benim şair tabiatım, çık orta yere / Fakir güzelinden söyle / Hasret ateşinden çal / Çal, söyle benim derdimi sevdalı sesinle. / Hep bilinen şarkılar gibi olsun / Hani, dil-i biçareden / Sun da içsin yar elinden / Yani bilinen şarkılardan olsun. / Yeni sözler arama nafile / Derdim yeni olsa anlarım / Gel, hazırından söyle bu akşam / Üzme yetişir, üzme firakınla harabım. / Sonunda ah çekeriz derinden / Kim anlayacak sahiden olduğunu / Sen söyle yalnız / Zülfündedir baht-ı siyahım bestesini Dede’den” diye ısrar etmekte... “Can Baba’nın aslına sadık kalmadığı ve kendi deyişiyle ‘Türkçe söylediği’ Shakespeare çevirilerinden bile ilham aldık” diye yemin etsek, inanın başımız ağrımaz. Hamlet’teki “to be or not to be” cümlesini, “bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin” diye türkçeleştirmeseydi; biz ne yapalım?
İşte bu dizeleri okuya okuya karar verdik; “en son yirminci asırda”, eski İzmir evlerinin cumbalarından ve yalı pencerelerinden yükselen unutulmuş sesleri meraklısına hatırlatmaya. Nerede mi? İzmir’de, genetiği bu anımsamaya en uygun olan MİKO’da; Alsancak’tayız... Bundan böyle her salı akşamı, “piyanonun tuşlarında bendeniz, alaturkaya bir nefes vermeyi” deneyeceğim. 31 Ocak’ta, “Bir Nihavend Jüliet” ile başlayacak gibiyiz. Yani demem o ki, “Kordonboyu seyrine düştüğünüzde, bir münasip zamanda...” bekliyoruz efendim.
Paylaş