“Yediğin içtiğin senin olsun, neler gördün onu anlat” yaklaşımı, “merak kreşendosu hayli tuhaf” bir dinleme kültüründen beslenir. Zaten anlatmaya niyetli olanlar da hazır böyle bir pas almışken, pek ağızlarını korkak alıştırmazlar. Komşu sütunlarda, dostların tatil anılarını ve özellikle de mekân ve menü konusunda ballandıra ballandıra anlattıklarını okumak, beni o kadar etkilemiş ve koca yaz boyunca İzmir’den burnunu çıkartamamış biri olarak o kadar imrenmişim ki, eylül bitmeden okuyacağınız bu birkaç satırı yazmasam, gözüm açık gidecekmiş. Altı üstü, bir gecelik hafta sonu kaçamağı zaten; hani “uzunundan bile değil...” İnsan belli bir yaşı geçtikten sonra, hayatı sorgularken sorduğu sorular da değişiyor. Etrafıma bakınca, aynı değişimin, tatil anlayışını ne kadar etkilediği konusunda ise biraz kararsız kaldım. “Ne kadar çok şeyim var?” sorusundan, “Ne kadar az şeye ihtiyacım var” farkındalığına terfi edenlerin sayısı, konu tatil olduğunda, galiba doğru orantılı olarak artmıyor. Büyük ihtimalle istatistik, “Şu üç günlük dünyada, tatil yaparken de iddialı bir konfor yakalayamayacaksak...” diyenler yüzünden bozuluyor. Evdeki, “Söyle ayna en güzel tatil hangisi?” sorusuna cevap veren aynamız, “takılmış plâk gibi”, neredeyse 30 senedir aynı şeyleri söylediği için, bizim gibi marjinalleri “tasnif dışı bırakmak” herhalde en doğrusu. Peki tatil, pahalı ve gösterişli bir arazi aracının koltukların da mı başlar gerçekten? Eksiksiz bir tatil mimarisi, ucu bucağı olmayan açık büfeler, marka tutkusunun görünmez rekabetinden galip çıkmak için itişilen harcama yarışları, plaj şemsiyesi altında bile I-pad ve (sonradan gurme kimliğiyle) akşam yemeğinde, şaraba ve balığa ödenilen faturanın büyüklüğü müdür? Sorunun cevabını ve sonrasını, “bu işlerden çok anlıyormuş edâsıyla”, -geçmiş zaman tadında- anlatalım... Gecelediğimiz Vardo’nun (Çingene Arabası) basit tasarımı, “İnsan burada bir ömür geçirebilir” çıkarımını tetikliyordu. Birkaç metrekare içinde dönüp dururken, “Ne kadar az şeye ihtiyacımız varmış” diye aklımızdan geçirdik. Çorba kâsesini andıran “Sadun Boro’nun kaleminden, Amazon-Maden-Gücük–Küçükgünlük Koyu”nda, gürültüden patırtıdan uzak telâşsız birkaç saat... Güneş Bey’in kendi eliyle seçtiği, 50’lerden derlenmiş hayal gibi müzik, mum ışı gölgesindeki akşam yemeğini unutulmaz hale getirdi. Yanında, sakınılmayan bir dost sohbeti ki, tarifsiz ve bedelsiz... Asıl ihtiyaç duyduğumuz şey ise Çingene Arabası’nın tavanına yerleştirilmişti... Yatağa sırtüstü uzandığınızda, tepenizdeki şeffaf tavandan yıldızları seyredebiliyordunuz. Bütün evrenin size bağışlandığını hissediyordunuz. Aslında (ve eşzamanlı olarak) ne kadar küçük ve ne kadar büyük olduğunuzu anlıyordunuz. Yeniden ve tekrar tekrar, “gökte milyarlarcası varken, birkaç yıldızla yetinmemeniz gerektiği”ni fark ediyordunuz. Tagore, “Aleve ışığı için teşekkür et ama tükenmeyen bir sabırla gölgede lâmbayı tutanı da unutma” der. Ege’nin güney ucundaki Bördübet’in “korunmasına ve dokunulmaz kalabilmesine” sahip çıkan Tecelli Ailesi’ne bir kez daha teşekkür ediyorum. Bizim için tatil hâlâ Bördübet, Bördübet de hâla http://www.klupamazon.com demek...