Paylaş
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.
Pisliğinden anlaşılır “adam olacak çocuk”.
Anasına bakıp kızı alınır.
Selam verilir önce, sonra edilir kelâm...
Kendi ayakları üstünde durup sivrildiğinde “çocukluğu” bilinir,
Biraz palazlanmışsa, “Cemaziyelevveli” gözüne sokulur.
Makbul olan, “leb demeden leblebiyi anlamak”tır.
Senin aklına geleni önce söyleyenin,
senden çok yaşayacağına inanılır.
Geçmiş zaman olur ki, “hayali cihan değer”ken,
şarkılara, “bir zamanlar maziye bak,
ne kadar şendik” diye başlanır;
“...söyleşir / evvelce biz bu tenhalarda
/ ziyade gülüşürdük” diye şiir söylenir.
Ramazanlar bile “ah o eski...” parantezinde özlenir.
Biz “öncesi”ne, “an”dan daha çok önem veririz.
Arefe ile bayram arasındaki ilişki de böyledir.
Bu sebeple, arefe gününü “ziyan edenler”;
doğru dürüst bayram da edemezler.
Bizim memlekette...
“Yarın ola hayrola”dır,
Sabahın şerri, hayrından iyidir akşamın.
Öngörü dediğin “dur bakalım n’olcak?”tır.
TANPINARLI da zaten,
“beklemek” diye tarif etmiştir şarkiyatı...
Âdettendir, “bir önümüzü görelim” demek.
“Aklımızın kaçarken” gelmesi de bundandır.
Ve atı alan Üsküdar’ı geçmişse hayıflanır,
Bayramdan sonra gelen kınaya hor bakarız.
Biz, “sonrası”na da “an”dan daha çok önem veririz.
Bayram ile arefe arasındaki ilişki de böyledir.
Bayram geldi diye zoraki sevinmeye soyunanlar;
arefeyi kaçırdığını fark etmez bile.
Demem o ki...
Bizim memlekette,
“an”ı yaşamak usûlden değildir dostlar.
Sanki dünü geri çağırmak mümkünmüş,
sanki yarın sabaha uyanmanın,
garantisi varmış gibi...
“Arefe gibi bir arefe,
bayram gibi bir bayram” diliyorum.
Yeter ki, “an”ı ıskalamayın...
Paylaş