Paylaş
Opera gözlüğüyle tanışabilmem için, (ömrüne bereket) annemin hediyesiydi, Faruk Yener’in (1964’te Doğan Kardeş Yayınları’ndan ikinci baskısını yapan) “100 Opera”sı... Sanat üstüne onlarca kitapla komşu oldu o “başucu kitabı” yıllar içinde. Aşağı yukarı yarım asır sonra, aynı aileye mensup 2 kitap daha eklendi kütüphaneme... Cumartesi akşamı, imza günüyle birlikte, “Aziz Dağdelen’in piyanosu, Zibelhan Dağdelen ve Altuğ Dilmaç’ın sesleri”yle parlayan bir “müzikal sohbet” eşliğinde tanıtımı yapılan bu kitapların ilki, Mehmet Ergüven’in, “kendisiyle ile aynı çağda yaşamaktan onur duyuyorum” dediği, “Hocaların hocası”, Prof. Dr. Özdemir Nutku’ya ait.
Daha önce bildiri, makale ve inceleme yazısı olarak yapılmış çalışmaların çok küçük bir bölümünü içeren zengin bir kitaptan, fikir vermek amacıyla da olsa alıntı yapmak akla yakın değil ama, “Türklerin Avrupa yazınına ve tiyatrosuna etkileri büyük olmuştur. Bunun en belirgin örnekleri de sahne yapıtlarındadır. Düz yazıda, şiirde, denemede, eleştiride ve romanda Türklerin, Rönesans sanat yaşamına katkılarını incelemek ise başlı başına bir iştir...” cümlesini paylaşmadan edemeyeceğim. Çünkü “Zaman içinde zaman”, (aslını bilmediği için, Bolâhenk denilen çok yönlü donanmış insanı, diz müzikleri besteleyen bir grubun adı zannederek) hep bir türlü yetiştirememekle dövündüğümüz “Rönesans insanı”mızın tarifsiz renklerini anlatan bir kitap. Öyle ki, “son söz”ün mütevazı paragrafı dahi, yapılan işin büyüklüğünü gölgelemeye yetmiyor: “...Bu kitapta üzerinde durulan değişik konular, bu büyük kültürün bir damlası bile olamayacak kadar küçüktür.”
2 koca kitabı, bir köşe yazısına sığdırmak mümkün değil elbette! Adını, (özgün haliyle biraz oynanmış da olsa) bir Amerikan atasözünden alan, “Şişman Kadın Ölmez Opera Bitmez”den de, yazıma sadece bir paragraf taşıyabiliyorum ne yazık ki... Meraklısının (bile) hep aklından geçirdiği, ama bir türlü ifade edemediği iğneli paradoksu, ancak Prof. Dr. Murat Tuncay bu kadar ince bir zarafetle hicvedebilirdi; öyle de olmuş. Şöyle ki, daha önsözünde “... Ses, Juliet’i en güzel yorumlayacak düzeye ulaştığında; gövdenin, Juliet’in dadısı haline gelmesi Soprano’luğun dramıdır...” diye –ağzını korkak alıştırmadan- dokunduran bir kalemin, varın hesap edin “son söz”e kadar neler yazmış olabileceğini... Arka kapakta, yine Mehmet Ergüven’in, “... yer yer şakacı bir üslûpla yazıyor olmasına gelince kimse şaşırmasın: Bu, kaleme aldığı konuda yeterince donanımlı bir kişinin bilinçli muzipliğidir aslında” demesi boşuna değil yani... Kitabı okumak için sabırsızlananlara, “İzmir Opera ve Balesi’nin gizli seyir defteri” de denilen bu çalışmanın, akademik bir özenle, ironik bir estetik arasında dengelenmiş olduğunu müjdelemek istiyorum.
Gelelim yazının başlığına... İçinizden şöyle geçirmiş olabilirsiniz, “Cümle bozuk! Bestecinin, bestelediği eserlere (besteleniş sırasına göre) verilmiş numaradır, opus... Bu başlık da neyin nesi?” Cümle bozuk değil Efendim, ama eksik! “Magnum opus”denmeliydi... Lâtince “büyük iş” anlamına gelen bir deyiştir bu... Sanatçının en önemli ya da en bilinen eserini, yani başyapıtını belirtmek için kullanılır. “Magnum opus”denmeliydi. Opus Yayıncılık’ın sahibi, kadîm dost müzikolog Dr. Yavuz Daloğlu’nun 30 senelik üniversite yaşamının ardından gerçeğe dönen yayınevi düşü de, bir başyapıt’ın ışığını taşıyor çünkü... Zaten kendisi de, “Operayı karartmaya çalışanlara, Türkiye’yi karartmaya çalışanlara inat olsun diye –bir fener- yaktık” diyerek özetledi gayretini. “Büyük iş” çıkartanların emeğine, destek ve şükranlarımızla...
Paylaş