Paylaş
“Adı üstünde” diyeceksiniz şimdi. Öyle değil işte; o lâfın gelişi... “Yüz Yıl Savaşları, İngiltere Kralı III. Edward’ın Fransa tahtında hak iddia etmesiyle 1337’de başladı ve ancak ‘116 yıl sonra’ 1453’te sona erdi” diyor tarihçiler. Hattâ işi 96 yılda bitirenlerin yanında, 129 yıla kadar uzatanlar bile var. Yani tarihte rakamlar dahi, yaşananları tarife yetmeyebiliyor her zaman... “Açıldı - kapandı, başladı - bitti, kuruldu - boşaldı, yükseldi – devrildi, yerinden oynadı – yerine oturdu” gibi semboller, “devinimi, kesintili bir şeymiş” gibi hissettirse de tarih “vardiyalı bir kavram” değil ki, süreklilik işin doğasında var. Sanki bir gün, bir yerlerde, birileri, meselâ Anadolu coğrafyası üstünde hakkıyla düşünenler, “bu toprakların bitmeyen bir ‘karşı devrim döngüsü’yle hastalıklı olduğu”nu yazmak zorunda kalacaklar gibi geliyor bana. Ve, o “bir gün” gelene kadar, kapalı kapılar ardında, hepimiz ağız dolusu tartışmaya, ileri-geri konuşmaya devam edeceğiz.
Aydınlar, bu gündemin, bu “yap-boz”un özel bir parçası olarak büyüteç altına alınmalıdır. Çünkü Türk Aydını, “görülmeyeni görmek, sezilmeyeni sezmek” gibi bir ilahî yeteneği olduğu kuruntusuyla yaşar. Bu hususta kendini ayrıcalıklı görür... “Topluma nizam vermeye kalkanları pek sevmez, çünkü bu hakkı sadece kendine ait olarak görür...”
Meselâ, “kıymeti kendinden menkul tarih tezleri yazmak”, bu zevâtın en heveskâr olduğu sahalardan biri... “Geçmişi, bugünün kurallarıyla yargılayıp, geleceği bugünün kurallarıyla kurabileceğini sanmak” da ihtisasının inceldiği, imbikten süzüldüğü, zurnanın zırt dediği püf noktası...
Bu kadîm dostlardan çok sevdiğim, çok saygı duyduğum, çok kıymet verdiğim biriyle, “Diyarbakır resimleri üstüne” sohbet ederken, “Taşlar nihayet yerine oturuyor” dedi, “garip bir Selânikli’nin aklıyla yapılan toplum mühendisliği, ancak bu kadar olurdu zaten...” Duraksadım; “böyle düşünenler kaç kişi ve sayıları ne hızla artıyor acaba?” diye iç geçirdim... Dönüp, yeni yetme toplum mühendislerimizin “derûnu”na baktım; “küçük dilimi yutmadan çıktım odadan...”
Böyledir bu işler, birikimin nicel büyüklüğü köpürünce, bir durup soluklanmayı unutur insan. Gün gelir, genel kabul görmüşün dışına çıkabilmek ısrarı, aykırı bir şeyler söyleyebilmek kabiliyeti, öylesine gemlenemez ve büyük bir haz vermeye başlar ki, mevzuu kaybedersiniz...
Bizim sohbetimiz, “gevezelik”ti nihayet. Lâkin üstatla “tarih tezleri üstüne mutabakatımız”, sık sık kullandığı, (güftesi Orhan Seyfi Orhon’a, bestesi Hayri Yenigün’e ait) Segâh Yürük Semai’nin nakaratından ibaret artık, “Denizler durulmaz dalgalanmadan...”
Taşlara gelince... Ne yerine oturması? Tarih, bu topraklarda (en az) 100 yıl sürecek bir kaosu yazmaya hazırlanıyor. Yaşayanlar görecek...
Saatli Maarif Takvimi
GAZETE manşetlerinden, “bugün, tarihî bir gün” cümlesi inmez oldu.
İster istemez biraz karışığım;
Haliyle biraz da endişeli...
Yok “ondan değil” canım,
“Önümüzdeki yıllarda” diyorum,
“Saatli Maarif Takvimini yazanların işi hayli zor olacak. Bu kadar ‘tarihi gün’ü, küçücük takvimin yapraklarına nasıl sığdıracaklar?” ben onu merak ediyorum.
Paylaş