Paylaş
Fransa’nın merkezindeki Massif Central dağlarından çıkan Loire Nehri kuzeye doğru yönelip geniş bir yay çizdikten sonra, Saint-Nazaire’de Atlas okyanusuna dökülür. Akışı ağır, yatağı geniş, bir kesimi ulaşıma elverişli bir suyoludur. Orleans’dan itibaren, yemyeşil kıyı boyunca birbirinden alımlı şatolar sıralanır. ‘Loire Şatoları’nın tümünün, bölgeyle birlikte UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer aldığını söylememe bilmem gerek var mı?
Yolum bir kaç kez düştü Loire kıyılarına. Nehrin gümüş rengi ışığından, üzerindeki taş köprülerle içinden geçtiği tarihsel kentlerden her defasında çok etkilendiğimi belirtmeliyim. Bu etkinin izlerini bazı kitaplarımda, özellikle de ‘Derin Fransa’yı anlatan Hatırla Barbara’da bulabilirsiniz. Ama beni asıl büyüleyen, belki de Rimbaud’nun ‘Ey mevsimler şatolar, Deyin kusursuz kim var!’ dizelerini sıkça mırıldandığımdan, şatolar ve onların efsaneleri oldu.
Çeşitli vesilelerle Chinon’u, Chenonceau’yu, Amboise’ı, Azay le-Rideaux’yu, Château Royal de Blois’yı gezdim. Hepsinin Fransa tarihiyle özdeşleşen bir öyküsü, efsanesi vardı. Loire kıyısından az içerde, ormanlık arazinin tam da orta yerine başka bir gezgenden gelip konmuş gibi duran Chambord Şatosu’na da yolum düşmüştü bir zamanlar. Ama bu şatoya yeniden geleceğimi, Fransa’nın en değerli tarihçileri ve ünlü gazetecileriyle burada, görkemli ve samimi bir ortamda akşam yemeği yiyeceğim aklımın ucundan geçmezdi.
Blois’da her yıl gerçekleşen ve medya kuruluşlarıyla tarihçileri buluşturan bir toplantıya katıldım. Sonrasında akşam yemeğine Chambord’a götürüldük. Girişte harıl harıl yanan şöminelerin bulunduğu geniş alanda, şatonun üçüncü katındaki kral dairesine dek çıkan ve başlı başına bir sanat abidesi sayılan, Rönesans tarzında inşa edilmiş merdivenin hemen altındaydı şampanya servisi.
Konukları karşılayan tören alayı ise avluda boru çalıyordu. Diyeceğim, avdan dönen krallar gibi, boru sesleri ve köpek havlamalarıyla karşılandık. Ve ‘Av Salonu’na geçtik yemek için. Köşedeki şöminenin alevleri tavanda dans ediyordu. Duvarlar boydan boya, sürek avını tasvir eden devasa tablolarla kaplıydı. Bir ceylan ya da yaban domuzu kaçıyor, uzun kulaklı, azgın köpekler kovalıyordu. Derken avın üzerine saldırıp zavallı hayvanı parçalıyordu köpekler.
İşte ceylanın gözleri
Doğrusu iştahım kaçtı. Ne avdan haz ederim ne de avcılardan. Hayranı olduğum Hemingway’in bile av tutkusunu yerden yere vuran bir yazı yazmıştım. Ne var ki Chambord, XVI. yüzyıldan beri, hatta bu tarihten de önce, müstahkem bir kaleyken, Fransa krallarına av mekânı olmuş. Görkemli kuleleri, terasları, arduvaz çatıları, gizli dehlizleriyle bir eski zaman düşünü çağrıştırmıyor yalnızca, günümüzdeki şiddet ortamından da, sembolik anlamda, nasibini almışa benziyor. Şatoyu yaptıran I.François yalnızca kadınlara ve iyi şaraba değil, ava da düşkün bir kraldı.
Fransa’da Rönesans’ı başlatan, sanat ve şiir sever bu kralın aynı zamanda yaman bir avcı olmasını anlayabilmiş değilim. Hadi o av tutkusunun bir eğlence olarak kabul gördüğü zamanlarda yaşamış. Ya günümüzdeki siyasetçilere, örneğin ayağında uzun çizmeler elinde çifte, av giysileriyle fotoğraf çektiren eski cumhurbaşkanlarından Georges Pompidou’ya ne demeli? Ya da aristokrat Giscard d’Estaing’e? Chambort Şatosu ve onu kuşatan orman, I.François’dan bu yana Fransa krallarıyla cumhurbaşkanlarının av köşkü işlevini görüyor. Bu nedenle ‘Av Salonu’ndaki acımasız sürek avlarını tasvir eden tabloların altında yudumladık şaraplarımızı. Ama av eti değil, ormandan taze toplanmış mantarların eşliğinde servis edilen sığır eti yedik. İster istemez 12 Mart 1971 askeri darbesinin yol açtığı baskı dönemini anlatan ilk kitabım ‘Uzun Sürmüş Bir Yaz ‘daki ‘Sürek Avı’ sahnesi düştü aklıma:
“İşte ceylan! Bir başına, korkusuz… İşte ceylanın gözleri, kanı, yüreği! Kurşun gibi seken doğru yüreği! Ceylan koşuyor. Tanıdık ormanın uğultusu vuruyor kulaklarına. Kuytularını, bütün ağaçlarını bildiği ormanın derin uğultusu. Kaçmıyor ceylan, koşuyor. Yorgun güzel gözleri nasıl da geçiyor gürgenlerin arasından! Geride sarmaşıklara gizlenmiş uzun bir namlu; bir sinsi tuzak, avcısının gülüşünden belli.
Hâki bir üniforma, sarmaşığın yeşiline karışmış. Geride ceylanın bilmediği bir pusu, soğuk namludan bekleyen ölüm! Çaresiz hedefe varacak kurşun, tüfek patlayacak. Belki bir kaç serçe havalanacak ağaçlardan, belki hemen akşam olacak. Gökyüzü barut kokusunu sezmiş gibi gittikçe sararıyor. Ey bu tobloya bir sürek avına bakar gibi bakanlar! Gençler, yaşlılar, kardeşlerim. Bilin ki av mevsimi başladı artık. Kırlardan, uzak şatolardan silâh sesleri geliyor.”
Bu satırları yazdığım yıllarda o uzak şatolardan birinde, geçmişin sürek avlarını tasvir eden tabloların altında bir akşam yemeği yiyeceğimi tahmin edemezdim elbette. Az ilerde Loire, karanlık ormanın içinden bulana durula akıyor, Heraklitos’un deyimiyle “Aynı ırmakta iki kez yıkanılmayacağım” sözünü anımsatıyordu. Oysa ben, ‘At iziyle it izinin birbirine karıştığı’ sürek avlarında tarihin sürekli kendini tekrarladığını düşünüyordum.
Paylaş