Paylaş
Velhasıl bir kudsi hadiste “Ben kulumun Bana olan zannı üzereyim. Kulum Beni nasıl zannederse Ben ona öyle muamele ederim”(Buhari-Tevhid:15,35; Müslim-Tevbe:1, Zikr: 2,19; Tirmizi-Zühd:51, Da'avât:131; Ibn-i Mâce-Edeb:58; Dârimî-Rikak:22; Müsned,2:251,315, 4:106) buyuruluyor. Şeyh’ül Ekber İbn-i Arabi Hazretleri de Buhari ve Müslim’den rivayetle benzer “Ben, kulumun Benim hakkımdaki zannı üzereyim, öyleyse kulum Benim hakkımda ‘hüsn-ü zan’da bulunsun” hadisini aktarıyor.
Sanırım kendini bilmek gibisi yok. Bu bakımdan Allah’ı isim, sıfat ve fiilleriyle bilmenin ötesine de -bu hal ile- geçiş yok. Keza Zat’ını bilmek ancak O’nun kendinden kendine bir keyfiyeti ki bu bilişte ikinci bir zata yer yok. Zat-ı alilerimiz(!), yani bizler -bizzat- bu benlikten geçmeden haddi aşamazız, yanarız. O halde eldekiyle amel etmek yapılacak en güzel şey; kulluk.. Ve Allah bildiğiyle amel edene bilmediklerini de öğreticidir.
İnsanın kendinden yüce bir varlığa eğilimi damlanın okyanusa özlemi kadar doğaldır ki insan “tanrı” üzerine nice tahayyül geliştirmiş. Ancak İslam idrakiyle birlikte inananlar, tenzih ile teşbih arasında ince bir yol tutturmakla çeşitli tanrı zanlarını terk edip, Sübhan olan Allah’ı, kendi, kendini nasıl bildiriyorsa öyle idrak etme yoluna girmiş, birlemeye ahdetmiş. Nitekim söylemde de “tanrı” yerine Rabbimizin kendi için belirlediği “Allah” özel ismini tercih etmek böylece anlaşılabilirdir.
Kanımca bu özel isim herhangi bir şekilde tercüme edilmemelidir, çünkü -adı üstünde- “özel” isimler tercüme edilmez. Belki ancak “ilah” gibi isim ve sıfatlar, -o da tercüme edilen dilde anlam karşılığı tam olarak varsa- tercüme edilebilinir ki idraki kolaylaşsın (ola ki doğrusu meal etmektir). Aksi, hem anlam kayıplarına hem de tercüme edilen dilde o kelimenin evvelce yüklendiği anlam ve zanların da zihinlere aktarılmasıyla kafa karışıklığına sebep olabilmektedir.
Misal, “Allah” İsm-i Celal’ini “tanrı”, yahut “god, dieu” kelimelerine indirgediğimizde, o dili kullananların zihninde bu kavramlara evvelce isnad edilen imgelemler de böylece göçürülmüş olabilinir. O zaman “tanrı” denilince kişi sorabilir; hangi tanrı(which god)? Çünkü evvelce çok tanrılı bir inanç vardı. “Tanrı”; Zeus mu, Vişnu mu, Thor mu, Marduk mu, Ahura Mazda mı, Ra mı, Gök Tengri mi, Şamaş mı, Enki mi, Kronos mu, Mitra mı, Şiva mı, Nabu mu, Baal mı, Kon Tiki mi, Pan mı, İsa mı…?
Belki de “El-İlah”, ki İngilizce’ye çevirisi “The God” olacaktır ama yine de belirtmek gerekir; “The One and Only” - Hz.Peygamber’in(sav) kendisine “Ey Resûlüm, Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu bize açıkla” diye soran Kureyş'e okuduğu İhlas suresindeki gibi: “De ki; O Allah Ehad’dır(birdir, ikincisi düşünülemeyen, tektir, eşi ortağı yoktur), Samed’dir(Tam, eksiği olmayan, her şey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, Daim’dir), O doğurmamış ve doğurulmamıştır(Kendi kendine dayalı, önü sonu olmayandır), ve O’nun hiçbir dengi de yoktur”…
İşte bu manayı verecek şekilde ve O’nun tüm güzel isim ve sıfatlarını da kapsayan o özel isim “Allah”tır. Böylece “Allah” ismi, içimizdeki tüm diğer -sözde- tanrı imge ve adlarından, tüm yakışıksız atıf ve zanlardan arındıran gerçek “isim” yerine oturmaktadır. O noktaya gelindikte ve kastedilen, yönelinen, ibadet edilenin tüm noksanlıklardan, yakıştırmalardan münezzeh olan Rabbimiz “Allah”(cc) olduğu anlaşıldıkta; “De ki: ‘(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister ‘Rahman’ diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur”(İsra 17;110) ayeti bizdeki tam manasını bulur.
İsmen tanışıklık, tüm hayırlı isim, sıfat ve fiillerin ardındakinin kim olduğunun farkındalığı, “tanrı, ilah” tamlamalarının yerini O’nun özel isminin alması, umulur ki bir yakınlık emaresidir. Aslında Yaradan ile insan arasındaki bu “ismen tanışıklık” ta Adem Baba’mızdan beri var olup, Peygamberler vasıtasıyla aktarılagelmiştir. Lakin insanlar iç alemlerinde bu ismin hikmetlerini canlı tutmayı, manasının saflığını korumayı her zaman başaramamış.
O yüzdendir ki Hz.Peygamber(sav) dahi, yaşadığı coğrafyada kullanılagelen “Allah” ismini, manasını perdeleyen tüm nefsani, kültürel vs zanlardan arındırmakla uğraşmıştır ki insanın Allah(cc) ile ünsiyeti kemali bulsun. Dolayısıyla ismen tanışıklığımız, o isim sahibini hep hüsn-ü zan üzere anacak, kendisinden daimi razı olunacak, O’nda hayırsız bir şey olmayacağına kefil olunacak bir dostluk, sevgi ve güven ilişkisine evrilsin. Böylece nihayet Hakk’ı hakkı ile bilmek nasip olsun.
Budist terminolojide “Eğer Buda’yı görürsen, O’nu öldür” denilmesiyle, Tasavvuf öğretisinde “terk-i Mevla” kavramıyla anlatılmak istenen; eğer Buda’yı, Hakk’ı, Mevla’yı, Yaradanı, O’nu tanımak, bilmek, O’na vasıl olmak istiyorsan O’na dair tüm zanlardan geçmen, tüm batıl tanrı putlarını kırman, hakikatiyle yüzleşmen gerekliliğidir. Bu yol dilden dile yorumlanasıdır. Dilden esas murad edilen “gönül”dür. Orayı temiz tutalım, nur cemali görünür. Belki o zaman biz de Hz.Ali(ks) gibi riyadan sıyrılmış olarak gönül rahatlığıyla “Ben görmediğim Allah’a tapmam” diyebiliriz.
Bu yolda en fena bir şey de Allah adına hareket ettiğini savunarak kendi “tanrı” algı ve zanlarını olası tek gerçekmişcesine diğerlerine zorla kabul ettirme peşinde olanlarla uğraşmaktır. Daha da fenası ilmin, yakinin arttıkça, -o da yeni yöntemler geliştiren ve kendisi de evrilen- nefsinin tuzağına düşüp, böyle bir tutum içinde bulunmaktır. Ki Rabbimiz tebliğe memuriyet sözkonusu olduğunda dahi haddi aşmamaya dikkat etmemizi öğütleyerek; “Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyiniz! Sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini süsledik. Sonunda dönüşleri Rabb’lerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir”(Enam 6;108) buyuruyor.
Meselemiz kendini ve Rabbini bilenlerden olmakla “lailaheillallah”(Allah’tan başka ilah yoktur) demekteki şahitliğimizi hakiki kılmaksa samimiyetle, ne mutlu bize ki kendine bir adım atana koşarak icabet eden bir İlahımız var. Doğaldır ki kelime-i şahadet’in ilk hecesi “la” ile, yani red ile yüzleşir önce insan ve fakat arayışı halis ise, sağlıklı biçimde sorgulamayı becerebilirse ve nasipse “ilah/tanrı” boyutunu farkeder sonrasında, ta ki Tek İlah’ın “Allah”(cc) olduğunu anlaya ve sevdiceği Muhammed’in(sav) risalet-i tevhidine tabi ola, vesselam…
Paylaş