Paylaş
Bir menkıbesini okuyorum, vaktiyle gördüğüm bir mana anlam kazanıyor zihnimde. Niyet edip divanını açıyorum “Hu” diye, halden hale geçişlerime cevaben “Gah nasara(nasıralı) gah yahudi gah tersa(hıristiyan) gah mecusi / Gahi şia gah olur sunni, müselman olurum” dizeleri önümde(not: burada mevzubahis tasavvufi makam geçişleridir).. Erenlerin nefesiyle soluklanan eserler sözkonusu olduğunda “tefeül” denilir bir adet vardır geleneğimizde. Müşkülün neyse yahut bazen de salt sohbet temennisiyle bir sayfa açılır eserden ve rabıtan(bağlantın) yerindeyse münasip bir karşılık geliverir hemen. Özde birlik, hissedilir…
Yaşayan eserler en iyi yaşayarak anlaşılır elbet.. Nitekim geçen hafta sözleştiğimiz gibi, “Mustafa Tatcı” Hoca ile buluşuyoruz. O, kırk yıldır Niyazi Mısri’nin izinde, bir çok eserini telif etmiş, nicedir halleniyor Hazret’in haliyle, demlenmiş hikmetleriyle. Bu yazı için niyetim olan “Mısri Hazretleri’nin kendi şiirlerinden(‘nükte-i ilahiler’ diyor Tatcı Hoca) temel meselelerimize cevap çıkarmak” üzere fakire rehberlik ediyor. Buradan sonraki bölüm sohbetimizin izdüşümleri olacak;
“Kimdir insan? Kimiz biz, bu dünyada ne ederiz?” diye sormaya, sorgulamaya başlayan insana hitaben: “Gel ey gurbet diyârında esîr olup kalan insân / Gel ey dünyâ harâbında yatıp gâfil olan insân // Gözün aç perdeyi kaldır duracak yer mi gör dünyâ / Kati mecnûn durur buna gönül verip duran insân // Kafesde tûtîye(papağana) sükker(şeker) verirler hîç karâr etmez / Aceb niçin karâr eder bu zindâna giren insân // Ne müşkil hâl olur gafletde yatıp hîç uyanmayıp / Ölüm vaktinde Azrâîl gelince uyanan insân // Kararmış gönlün ey gâfil nasîhat neylesin sana / Hacer’den katıdır kalbi öğüt kâr etmeyen insân // Bu derdin çâresin bul var elinde var iken fırsat / Ne assı sonra âh u zâr edip hayfâ(eyvah) diyen insân // Niyâzî bu öğüdü sen ver evvel kendi nefsine / Digil kim gayrıya, andan tuta her işiden insân” diyerek Mısri de -başta kendi nefsi- hepimizi bir yol bulup bu dünya gurbetinden hakikate uyanmaya davet ediyor..
Bu uyanış, insanın kendini bilmeye başlamasıyla birlikte Rabbini bilmeye başlaması yani kulluğunun idrakiyle olasıdır. “Güçdür kati Hakk'ın yolu dergâhı hem gâyet ulu / Sıdk ile olmazsan kulu, etmez yolu âsân(kolay) sana // Kulluğa bel bağlar isen şâm u seher ağlar isen / Sular gibi çağlar isen tîz bulunur ummân sana” diyen Mısri, Hakk yolunun doğruluk, samimiyet, sadakatle kolaylaşacağını, kulunun ziyan ettiği emanetlere ağlamakla kalbinin temizlenesi ve menziline yaraşır bir gayret göstermekle hasretinin çabuk bitesi olduğunu bildiriyor.
Bu yola cehdeden kul artık, nefsini terbiyede ahlakını örnek aldığı, kulluğun en yüce Sultanı, Peygamberi Hazreti Muhammed’in(sav) “fakr(nefsinin Rabbi karşısındaki yoksulluğunu bilmek) benim övüncümdür” hadisini düstur edinecektir; “Nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete / ’Fakru fahri’dir Niyâzî bil o devletden garaz”.. Bu hususta kula, aynasında kendini ve nihayet “Nur-u Muhammedi”yi görmede vesile olacak bir “Mürşid-i Kamil” bulmak gerektir, çün; “Mürşidi kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş”, velhasıl ‘Allah’ta zorluk yoktur!’
Yolda süluk eden kişi, artık ariflerin yoluna girmiştir; “Mekteb-i irfâna gir oku bu ilmin aslını / Gör ki nice derc olupdur bu ilimde dört kitâb”.. Salik, bu yolda iki bacakla yürüyecektir, bunlar ilim ve aşktır. İlim ile ilgili “Zât-ı ilme Mustafâ esmâya Âdem'dir emîn / İkisinden zâhir olmuşdur ulûm-ı enbiyâ” demekle Mısri, esma ilminin Adem’e(ve ona varis olan insanoğluna), Zat ilminin ise Hz.Peygamber Muhammed Mustafa’ya(sav) emanet edildiğini haber veriyor.
Bu ilimlere dair hikmetler canımız içredir ve bunları uyandırmaya vesile canlar kıyamete değin aramızdadır; “Kandedir cehl ile zulmet nefs-i subânındadır / Kandedir ilm ile hikmet bil anı cânındadır(Cehâlet ve karanlık nerdedir bilir misin? Onlar senin ejderhaya benzeyen nefsindedir. Yine ilim ve hikmet “Aşk” derseniz, Hazret’in bununla ilgili hikmetleri çoktur lakin bu “sırr-ı ilahi”ye dair şu mısralarıyla kifayet edelim şimdilik; “Dervîş olan âşık gerek yolunda hem sâdık gerek / Bağrı anın yanık gerek cân gözleri açık gerek // Alçakdan alçak yürüye toprak içinde çürüye / Aşk âteşinde eriye altûn gibi sızmak gerek”.. Anlayacağımız vuslatın olmazsa olmazıdır aşk, benzinsiz arabayla ne kadar yol gidilirse anca o kadar gidilirdir aşksız menzile. Bir sevdi mi de, sevdiğinin tüm sevdiklerini sevmek lazımdır ere… Böylece -nasipse- yol Hakk’a varır. Kainat O’nu tesbihattadır, duyulur. Niyazi de şöyle çağırır; “Tende cânım cânda cânânımdır Allâh Hû diyen / Dilde sırrım sırda Sübhân’ımdır Allâh Hû diyen // Dest-i kudretle(kudret eliyle) yazılmış yüzüne âyât-ı Hak / Gönlümün tahtında sultânımdır Allâh Hû diyen // Cümle azâdan gelir zikr-i ene'l-hak narası / Cism içinde zâr u efgânımdır(inleyişimdir) Allâh Hû diyen // Geceler tâ subh olunca inledir bu dert beni / Derdimin içinde dermânımdır Allâh Hû diyen // Yere göğe sığmayan bir müminin kalbindedir / Katremin içinde ummânımdır Allâh Hû diyen // Kisve-i tenden muarrâ(soyunmuş) seyr eder bu gökleri / Çarh uran abdâl-ı üryânımdır Allâh Hû diyen // Her kişiye kendinden akrab(yakın) olan dost zâtıdır / Ey Niyâzî dilde(gönülde) mihmânımdır(kalıcı konuğumdur) Allâh Hû diyen”… Maksat ermekti şeriatten hakikate; Hakikat şeriatin hakikati, şeriat da hakikatin şeriatidir de, mesele anlayışa göre farklı farklı bilinmekte. Hakikat bilgisine haiz olmayanlar ise kimi yerde zaman zaman kendi bilişlerini halka dayatmak suretiyle nice fenalıklar edebilmekte. “Şerîatin sözleri hakîkatsız bilinmez / Hakîkatın sırları tarîkatsız bulunmaz” diyen Niyazi Mısri Hazretleri de bu fenalıklardan “Belânın en şiddetlisi peygamberlere ve Allah dostlarınadır” sözüne delil olacak biçimde pay almış nihayetinde. Gün gelince anlaşılır ki aslında herkesin ettiği kendine. Biz de madem kiminle vakit geçirirsek ona benzeriz gitgide, Evlad-ı Resul’un, erenlerin haliyle hallenmek istemekle onların mirasına talip olmuşuzdur iki alemde de. Rabbim sonumuzu hayreyleye.. Söz uzadı, yine de yetersiz kaldı. Belki bu vesileyle fakirane yazımızı sonlandırırken Mısri Hazretleri’nin dilinden (bizlerden hoşnut ve razı olmaları niyazıyla) cihanın nuru Resulullah(sav) için bir methiye(nat) paylaşmak cem-i cümlemize verilebilecek en güzel bir hediye; “Zuhûr-ı kâinâtın madenisin yâ Rasûlallâh / Rumûz-ı “küntü kenz”in mahzenisin yâ Rasûlallâh // Beşer denen bu âlem de senin sûretle nakşındır / Hakîkatde hüviyetde değilsin yâ Rasûlallâh // Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi olduysa / Dahi ilmin muhît oldu kamusın yâ Rasûlallâh // Dehânın menba-ı esrâr-ı ilm-i min ledünnîdir / Hakâyık ilminin sen mahremisin yâ Rasûlullâh // Ne kim geldi cihâna hem dahi her kim geliserdir / İçinde cümlenin ser’askerisin yâ Rasûlallâh // Cihân bâğında insân bir şecerdir gayrılar yaprak / Nebîler meyvedir sen zübdesisin yâ Rasûlallâh // Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yok ederdi / Vücûdun zahmının sen merhemisin yâ Rasûlallâh”… Ya Rahman bizleri de sevdiklerinle haşreyle! (Mustafa Tatcı Hoca’ya sohbeti için teşekkürlerimizle) Aşk olsun… Hu Musa Dede / GÖLGENİN HAKİKATİ
Paylaş