Paylaş
Öyle ki, eğer Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan aradan geçen bu kadar uyarıya rağmen Gökçek’i yerinde tutmaz ise ya da yerine Başbakan Binali Yıldırım ağırlığında bir aday bulmaz ya da muhalefet ağır bir hata yapmaz ise AK Parti Mart 2019’da Ankara’yı kaybedebilir.
Çünkü ortaya şöyle bir manzara çıkmış durumda.
- Gökçek’in istifa taleplerine karşı üç haftayı geride bırakan duruşu daha çok AK Parti yanlısı medya tarafından “direniş” olarak kötülenmeye başladı. Oysa bu sihirli sözcük, AK Parti içinde direniş potansiyeli taşıyan isimleri açığa çıkardı, bazı isimlerin Gökçek’ten cesaret alarak onun arkasına saklanarak ya da saklanmadan saf tutmasına neden oldu. Gökçek’in yaptığına direniş denip denilmeyeceği tartışılır ama AK Parti bünyesinde Erdoğan’ın “karşı konulamaz olmadığı” izlenimine yol açtığı anlaşılıyor.
- Bu kadar yıpratıcı tartışmadan sonra, Erdoğan Gökçek ile devamın –zayıf ihtimal de olsa siyasette hiçbir şeyin imkânsız olmadığı göz önünde tutularak- bir imkânını bulmadıkça, Gökçek ister istifa etsin, ister ettirilsin, ister İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından görevden alınsın, isterse de hapse konulsun, bir daha Erdoğan’ın zaferi için kendini parçalamaz. Mecbur kalırsa “yanındayım” demeci verir, dostlar alışverişte görsün diye ucundan tutar gibi yapar ama eğer karşısında yer almazsa bile Erdoğan için seferber olmaz.
- Gökçek’in Erdoğan ve AK Parti’den özerk, kendi oy tabanı var. Sevsek de sevmesek de görmek zorundayız; Gökçek bazıları gibi kurşun asker değil. Gökçek’in ayak diremesinden sonra sesini yükselten Bursa belediye Başkanı Recep Altepe’ye atfen “Tabanım var, bağımsız aday olsam kazanırım” sözlerinin çıkması da rastlantı değil. Balıkesir Belediye Başkanı Edip Uğur’un “Gitmiyorum, alsınlar” tutumu da.
Çünkü hepsi Erdoğan ve AK Parti öncesinde siyasi geçmişleri ve oy tabanları olan siyasetçiler. Aslında Kadir Topbaş da öyle ve aslında Topbaş’ın kendisine verilen tarihten önce istifasını açıklamış olmasının Erdoğan’ın AK Parti’de lidere sorgusuz biat temizliği için pürüzsüz geçiş oyun planını bozan adım olduğu geriye bakınca anlaşılabiliyor.
Aslında Erdoğan’ın önce AK Parti’yi, sonra Meclis’i ve Türkiye’yi dikensiz gül bahçesi yapma isteğinin belediyelerden arıza çıkaracağı az çok kestirilebilirdi. Çünkü belediye seçimleri Türkiye’deki –görece olarak konuşuyoruz- en demokratik seçimler sayılır. Çünkü –CHP’nin kısmen ön seçim yapmasını kayda geçerek- milletvekili listeleri parti genel merkezleri ve çoğunlukla da liderler tarafından hazırlanır. Seçmenler, genel seçimlerde partiye oy verirler, milletvekili adaylarının çoğunu tanımazlar bile. Oysa belediye seçimleri öyle değildir, seçmen kime oy verdiğini bilir. Şimdi o fark ortaya çıkıyor işte.
Tabii Gökçek’in “direnişiyle” başlayan tartışma, AK Parti açısından başka bakımlardan da yıpratıcı oldu. Şöyle sıralanabilir:
- Örneğin, AK Parti Genel Merkezi açısından seçmen tercihinin Cumhurbaşkanı iradesi karşısında öneminin olmadığı gibi bir algı ortaya çıktı. “Kimi koysam seçilir” anlayışının Türkiye’de bir yere kadar geçerli olduğu geçmişte defalarca görülmüştür.
- İkincisi, görevden alınmak istenen belediye başkanlarının neyle itham edildiğinin açıklanmaması bir keyfilik algısına yol açtı. Eğer ortada İçişleri Bakanının görevden almasını gerektiren, yolsuzluk, usulsüzlük suç isnadı varsa, istifa bu kuşkuyu aklayacak mıdır? İstifa edersen yargılanmaz, hapse girmezsin diye bir siyasi pazarlık meşru mudur?
- Üçüncüsü, tartışmayı başlatan “Metal yorgunluğu” ifadesinin ne anlama geldiğidir. Bu ifade Erdoğan’a ayak uyduramamak mı, yoksa belediye hizmetlerinde başarısızlık anlamına mı geliyor? Her iki durumda da bu başarısızlığın faturasını bir sonraki seçimde halkın kesmesi daha demokratik olmaz mı?
- Dördüncüsü, bu durum (Ruşen Çakır’ın Medyascope’da vurguladığı gibi) Erdoğan’ın darbeci eğilimlere karşı hep söylediği “Seçimle gelen, seçimle gider” ilkesiyle çelişmiyor mu? O zaman başta kalmak için her yolun mubah olduğu bir yola girilirse sınır nerede çizilecek?
Eğer yazının başında ihtimal olarak konuştuğumuz gibi, Erdoğan Gökçek’le devam etmenin bir yolunu bulmaz ya da Binali Yıldırım gibi (aslında İstanbul için de adı geçen) bir güçlü isim bulamaz ise Ankara’nın kaderi muhalefete bağlı olacak. (Adı geçirilen bir diğer isim de Ali Babacan. Ancak bu durumdaki algı, Abdullah Gül’ün desteğine ihtiyaç duyulduğu olabilir.)
Neden mi muhalefete bağlı olacak? Hatırlamak gerekiyor ki Melih Gökçek’in 1994’te az bir oy farkıyla iktidara gelmesi, CHP, SHP ve DSP’nin inat ve aymazlıkla üç ayrı aday çıkarması sayesinde olmuştu. 2014’te CHP, eski MHP’li ama Ankara’da merkez sağ, laik oyları da toparlayabilecek Mansur Yavaş’ı aday gösterdi ve Yavaş “hile yapıldı” itirazları arasında az farkla kaybetti. Şimdi Yavaş adı yeniden geçiyor. Gökçek’in AK Parti adayı olmaması durumunda Yavaş’a Meral Akşener’in yeni kurulacak partisinden de destek gitmesi halinde siyaset ayrı bir mecrada akmaya başlayabilir.
Erdoğan’ın Kasım 2019’daki başkanlık ve milletvekili seçimleri için eşiği Mart 2019’daki belediye seçimleri olarak belirlemesi doğru; gerçekten de öyle. Bu seçimlerde (16 Nisan referandumunda “Hayır” çıkan) İstanbul ve Ankara’yı hedef olarak göstermesi de doğru; daha önce İstanbul ve Ankara belediyelerini kaybeden partilerin iktidarda kaldığı görülmüş değil.
İstanbul çok daha karmaşık bir durum, onu ayrı bir yazıya bırakabiliriz. Ama Ankara şu anda Gökçek ile birlikte kilit konuma gelmiş durumda. AK Parti’nin Türkiye’nin üçüncü büyük şehri İzmir’i çok köklü değişiklikler olmazsa yakın zamanda CHP’nin elinden alması mümkün görülmüyor. Türkiye’nin dördüncü büyük şehrinin de referandumda nadir “Evet” oyu çıkan büyükşehir olduğunu unutmamak gerekiyor. Ankara’yla birlikte Bursa’daki tablonun da değişmesi Erdoğan ve AK Parti’ye ağır maliyet getirebilir.
Paylaş