Paylaş
Hem Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, hem Başbakan Binali Yıldırım’ın yılın son günü gündemlerine isim vermeden son Kanun Hükmünde Kararnamelere itirazını dile getiren Abdullah Gül’ü almış olmaları dikkat çekici.
Dikkat çekici olan yalnızca Gül’ün AK Parti’nin temellerini atan kişilerden olması değil, aynı zamanda bu vesileyle hem Erdoğan, hem Yıldırım’dan siyasetin sertleşeceği işareti alınması…
Örneğin Erdoğan "Türkiye yanarken, insanlık inim inim inlerken sesleri solukları çıkmayan kişiler bir anda sahaya inmeye, olur olmaz konularda konuşmaya başladı. Hayırdır?" diye sert bir imada bulundu.
Yıldırım ise çıtayı daha da yükseltti, hatta şimdiye dek kendi üslubunda pek görülmeyen bir aşamaya çıkartarak “KHK’ların karşısında durmak darbecilere cesaret vermektir” dedi.
Gerek Erdoğan, gerek Yıldırım’ın bu sözleri, KHK’nın yazılış şekline itiraz eden Gül’ün söylediklerinin arkasında durup, “gerekli gördüğüm zaman görüşlerimi paylaşırım” demesinden sonra söylediler. Yoksa CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu zaten hep söylüyor, onlar da Kılıçdaroğlu’na…
Ancak son KHK’yı eleştiren herkesi darbe destekçisi saydığınızda karşınızdaki cepheyi, hepsi 15 Temmuz darbe girişimine karşı durmuş olan CHP’den İYİ Parti’ye, TÜSİAD’tan Barolar Birliğine kadar genişletiyorsunuz. Eğer bundan umulan darbeye karşı çıkma onurunu herkesin elinden alma suretiyle adeta AK Parti-MHP’dan oluşan bir vatanseverler cephesi imasında bulunmak, geri kalan vatandaşları da adeta Fethullahçı ya da PKK’lı ilan etmekse, bu tehlikeli bir oyun olur ve geri tepebilir. Türkiye gerçeği bu değil çünkü.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yüzde 50 artı 1 oya bağlanan desteğine devam etmek için Erdoğan’la baraj pazarlığı istemesini, eş-başkanı Selahattin Demirtaş hapiste olan HDP’nin de aslında o barajın düşürülmesiyle rahatlayacak olması gibi çelişkilerden hiç söz etmiyoruz bile.
Oysa 2018’de iç politika gündeminde, dış politika gündeminde de etkisi olan bir madde ön sırada. O da Olağanüstü Halin devam edip etmeyeceği, ya da en azından normale dönüş umudu verecek şekilde gevşetilip gevşetilmeyeceği.
Cumhurbaşkanı geçen hafta OHAL’in yalnızca güvenlik bakımından değil, siyasi kararların hızlandırılıp vatandaşa hizmet açısından da faydalı olduğunu söyledi; OHAL altında meclis ve yargı denetiminin olmaması bu hızı getiriyor. Son KHK’nın normal koşullar altında Anayasa Mahkemesinden dönebileceği konusunda çoğu hukukçu hemfikir.
OHAL, getirdiği gazeteci davaları, siyasetçi davalarıyla birlikte Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin gelişmesi önündeki önemli engellerden. Oysa Almanya, Fransa, İtalya başta olmak üzere AB ülkelerinden Türkiye ile ilişkileri normale döndürme yolunda işaretler var. Bu Türkiye’nin sadece siyasi değil, ekonomik durumuna da iyi gelecek bir ihtimal. Türkiye’deki demokrasi atmosferinin daha rahat nefes alınır hale gelmesi yolunda atılacak her adım, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin gelişmesine de katkı verecektir.
ABD ile ilişkiler apayrı ve daha ciddi sorunlar taşıyan bir durum. Vize krizinin sona ermiş olması kimseyi yanıltmasın; o zaten biraz dozu kaçmış, suni bir krizdi. Ama Fethullah Güleni’n ABD’de yaşayıp Türkiye’ye yönelik faaliyetini sürdürmesi ve bir yandan “PKK’ya karşı beraberiz” beyanlarına karşın ABD’nin Suriye’de PKK’nın uzanışı YPG ile işbirliğine devam edeceğini açıklaması suni değil, fazlasıyla somut krizler. Bunların üzerine Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump arasında bir de Kudüs sorunu çıkmış bulunuyor. Türkiye ABD’nin kararına karşı ilk bayrak açan ülke oldu ve BM’de alınan sonuçta önemli pay sahibiydi.
Bu hamle sadece BM’de ABD’nin şimdiye dek aldığı en büyük siyasi yenilgiyi tatmasına yol açmakla kalmadı, aynı zamanda doludizgin giden Suudi Arabistan-İsrail yakınlaşmasını da yavaşlattı, sekteye uğrattı. Türkiye’nin özellikle Orta Doğu’da 2018’de atacağı adımlarda bu “Kudüs Ruhu”nu sıçrama zemini olarak değerlendirmesi doğal.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Erdoğan arasında artan diplomatik trafik ve (S-400 füzeleriyle askeri boyut kazanan) ekonomik işbirliği ABD tarafından, biraz da endişeyle yakından izleniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan dün, Türkiye’nin risk almaktan çekinmeyen, aktif dış siyaseti sürdüreceğini açıkladı.
Ama ABD’nin yaptığı öyle bir hamle oldu ki, yalnızca Orta Doğu değil, dünyanın pek çok başkentinde alarm zillerinin çalışmasına neden olmuştur. O da ABD hükümetinin İran’daki protesto gösterilerini desteklediğini açıklaması.
Bu talihsiz ve tehlikeli açıklamanın ayrıntılarına daha sonra gireriz ama şimdilik şu kadarını söyleyelim. ABD gizli servisi CIA, İngiliz gizli servisi MI6 ile işbirliği içinde 1953 yılında İran’da petrolü millileştirmek isteyen Muhammed Musaddık’ı darbeyle devirmiştir. Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı’nda bir miktar ayrıntı bulabilirsiniz, bu darbe sonunda İran’da Şah Rıza Pehlevi’nin ABD çıkarları doğrultusunda kurduğu koyu baskıcı rejim 1979’da İslam Devrimiyle yıkılmıştır.
Böyle kirli bir geçmişe sahip olanların verdiği destek yalnızca o protestocuların ajan ilan edilip bastırılmasına yol açmakla kalmaz, aynı zamanda bütün ülkelere ABD’nin 1950’lerden 1980’lere dek sürdürdüğü darbeleri destekleme siyasetine Trump’la döndüğü mesajı verir. Trump yönetiminde ABD’nin ateşle oynadığının Kudüs’ten sonra bir işareti de İran protestolarına destek mesajı oldu.
Bu ortamda alınacak dış politika risklerinin çok iyi hesap edilmesi, iç politika çıkarlarından ayrı tutulmasında yarar var.
2018 kolay bir yıl olmayacak.
SON 24 SAATTE YAŞANANLAR
Paylaş