Murat Bardakçı: Yazarkasa yokken kokmuş ciğer atılırdı






Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Başbakanın önüne fırlatmaya yarayan yazarkasaların henüz icad edilmemiş olduğu eski devirlerde, İstanbul halkı pahalılığı protesto için mum ve ciğer kullanırdı. Protesto işi kadınlara düşer, kadınlar uçlarına mum ve ciğer bağladıkları sırıklarla zamanın padişahının yahut devlet büyüklerinin yolunu keser ve ağızlarına geleni söylerlerdi. İşte eski zamanlardan kalma böyle bir protesto öyküsü: Pahalılıktan bunalan kadınların 1808'in 1 Mayıs'ında Sultan Dördüncü Mustafa'nın yolunu kesip İstanbul Kadısı'nın konağını basmalarının hikáyesi...

Çürük yumurta, kokmuş domates yahut çıkmayan mürekkep gibisinden protesto malzemelerinin arasına artık yazarkasa da girdi ve Başbakan Ecevit'in önüne yazarkasasını fırlatan esnaftan Ahmet Çakmak tarihlere geçti. Çakmak'ın ismi, bundan böyle ‘‘yazarkasalı protestonun mucidi’’ olarak anılacak.

Yazarkasanın icad edilmemiş olduğu eski devirlerde pahalılıktan bunalan atalarımızın kendilerini idare edenler hakkındaki hissiyatını ve onlara olan muhabbetlerini ne şekilde gösterdiklerini bilmem hiç merak ettiniz mi?

KONAK BASAN KADINA CEZA YOK

İstanbul halkı, pahalılığı protesto için o zamanlarda ‘‘mum’’ ve ‘‘ciğer’’ kullanırdı. Protesto işi kadınlara düşer, zamanın padişahının yahut devlet büyüklerinin yoluna çıkan kadınlar uçlarına mum ve ciğer bağladıkları sırıkları sallayıp avaz avaz bağırırlar ama hiç kimse onları durdurmazdı.

İşte, bundan yaklaşık iki asır önce, 1808 ilkbaharında yaşanan çok büyük bir ekonomik kriz sırasındaki mumlu ve ciğerli protestonun, pahalılıktan bunalan kadınların 1808'in 1 Mayıs'ında hükümdarın yolunu kesip İstanbul Kadısı'nın konağını basmalarının hikáyesi...

O günlerde tahtta Dördüncü Mustafa vardı ve imparatorluk karanlıklar içerisindeydi. Eski hükümdar Üçüncü Selim, bir sene önce çıkan ve tarihlere ‘‘Kabakçı Mustafa isyanı’’ diye geçen ayaklanmayla tahtından indirilip Topkapı Sarayı'nın bir dairesine hapsedilmişti. Rusya'yla aylardan beri devam eden savaşta bir türlü neticeye varılamıyor, erzak ve siláh sıkıntısı çeken Osmanlı ordusu hiçbir başarı gösteremiyordu. İstanbul teröre teslim olmuştu. Asiler sokakta kadınlara ve kızlara tecavüze kalkıyor, evler artık güpegündüz soyuluyordu. Şehrin göbeğinde yol kesip tehditle para almak artık sıradan bir işti.

FAS’TAN BİLE BORÇ PARA İSTEDİK

Ekonomi ise, zaten çökmüş haldeydi. Bir önceki padişah Üçüncü Selim'in acil durumlar için saklattığı 20 bin altın saçma sapan yerlere harcanmıştı, hazinede artık tek bir altın bile yoktu ve devlet maliyesi iflásın eşiğindeydi. Maaşlar verilemiyor, cephedeki orduya tek kuruş gönderilemiyor ve halk pahalılıktan nefes alamıyordu. Saray başka memleketlerden borç alabilme peşindeydi: Sultan Mustafa, Fas Kralı'nda mektup yazıp 20 bin altın istemişti.

Halk ise açtı... O zamanların en ucuz yiyeceği olan ciğeri bile alamaz hale gelmişler, tencerelerde sade suya atılmış bir tutam un, çorba niyetine içilir olmuştu.

İşte, bütün bu sıkıntıların canından bezdirdiği İstanbul kadınları, 1808'in 1 Mayıs'ında ellerindeki sırıklarla sokaklara döküldüler. Sırıkların ucunda bitip dibe gelmiş mumlar ve kokmuş ciğerler sarkıyordu. Önce İstanbul Kadısı'nın konağını basıp ağızlarını geleni söylediler, bir kadıya edilebilecek en büyük hakareti edip ‘‘Papaz herif!’’ diye bağırdılar. Sonra Bayezid Camii'ne cuma namazına gitmiş olan zamanın hükümdarı Sultan Mustafa'nın yolunu kestiler, ucundan bitmiş mum ve kokmuş ciğer parçaları sarkan sırıklarını padişaha doğru sallayıp ‘‘Uyan sultamın, uyan!.. Pahalılığa dayanamıyoruz. Aç kaldık!’’ diye haykırdılar.

KRİZ, İKİ SULTANI KELLELERİNDEN ETTİ

Hükümdarın muhafızları şaşkınlıktan donakalmışlardı ve eli sopalı kadınlara hiçbirşey yapmadılar. Topluluk birkaç dakika sonra dağıldı, Dördüncü Mustafa sarayına, kadınlar da evlerine, boş tencerelerinin başına döndüler. Ama hiçbirşey değişmedi, sıkıntılar hafiflemedi ve işler daha da kötüye gitti.

1805 ilkbaharında yaşanan bu krizden sonra neler olduğunu merak mı ettiniz? Söyleyeyim: İstanbul'da ihtilál çıktı. Tarihlere ‘‘Alemdar’’ diye geçen Mustafa Paşa ordusuyla beraber Rumeli'den İstanbul'a yürüdü ve önce Babıali'yi, sonra da sarayı bastı. Tahtından indirileceğini anlayan Dördüncü Mustafa sarayda bir odada hapis yaşayan amcası Üçüncü Selim'i idam ettirdi. Ama birkaç dakika sonra kendisi de tahtından oldu, yerini kuzeni Mahmud, yani İkinci Mahmud aldı ve birkaç ay sonra Mahmud'un emriyle o da boğduruldu. Pahalılık, iki padişahı birden canından etmişti.

Pahalılık konak bastırıp yol kestirdi

Pahalılıktan bunalan İstanbul kadınlarının 1808 Mayısı’nda sopalarla zamanın hükümdarı Dördüncü Mustafa'nın yolunu kesmelerinin ayrıntılarını o zamanın tarihçilerinden Georg Oğulukyan şöyle anlatıyordu:

‘‘Türk kadınları, ellerinde sırıkları olduğu halde yemek zamanı toplu olarak İstanbul Kadısı'nın konağına gittiler. Kadı Efendi sahanlarını açmıştı ve yemeğe başlamak üzereydi.

Kadınlar ‘‘Papaz herif! Sen böyle mükellef yemekler yerken biz açlıktan ölüyor, bir ciğeri 25 paraya yiyoruz’’ diyerek Efendi'nin üzerine yürüdüler. Efendi bunu görünce sofrayı bırakıp harem dairesine kaçtı ve kadınların elinden kurtuldu.

O gün, cuma idi. Konaktan ayrılan kadınlar Bayezid Camii'ne gittiler ve cuma namazı için sarayda bulunan padişaha pahalılıktan şikáyet dilekçesi verdiler. Ama dilekçe vermekle kalmadılar, ağızlarını da açtılar. Uçlarında mum ve ciğer asılı sırıklarını sallayarak ‘‘Efendimiz, uyan ve bizleri düşün. Pahalılığa dayanamıyoruz. Aç kaldık’’ gibi sözler sarfettiler. Fakat beyhude çabaladılar, çünki padişahın elinden hiçbirşey gelmiyordu’’ (Hırand Andreasyan'ın 1972'de yayınladığı ‘‘Georg Oğulukyan'ın Ruznámesi’’nden).

Genç tarihçinin üniversiteleri ve basını utandıran çalışması

Türkiye'nin ilk matbaacısı ve Türk yayıncılığının atası olan İbrahim Müteferrika'nın bugüne kadar karanlıklar içinde olan hayat hikáyesinin ayrıntılarını genç bir tarihçi, Dr. Erhan Afyoncu ortaya çıkarttı. Osmanlıca bilmedikleri için arşivlere gidemeyen, işlerini ekonomi ve sosyoloji terimlerinin ardına gizlenerek görmeye çalışan, batı dillerindeki ikinci derecede önemli eserleri kaynak niyetine kullanan ‘‘yuppie’’ tarihçilerimizin ve bu arada basının, Dr. Afyoncu gibi gerçek bilim adamlarından öğrenmeleri gereken çok şeyler var.

‘‘Matbaa Türkiye'ye niçin icadından hemen sonra değil de aradan asırlar geçince gelebildi?’’ sorusuna genellikle ‘‘O zamanın din adamları halkın okumasını istemiyorlardı. Bu yüzden Türkiye'de bir matbaanın kurulmasına izin vermediler ve böylelikle de insanları cahil bıraktılar’’ diye cevap veririz.

Halbuki işin aslı hiç de öyle değildir ve matbaanın Türkiye'ye icadından neredeyse iki buçuk asır sonra gelmesinin sebebi başkadır: Kitaba ve okumaya bu gün olduğu gibi o zamanlarda da pek meraklı olmayışımız...

Bu düşüncemde ne kadar haklı olduğuma, son dönemin parlak ve genç tarihçilerinden Dr. Erhan Afyoncu'nun İslam Ansiklopedisi için kaleme aldığı ‘‘İbrahim Müteferrika’’ maddesini okuyunca yeniden kanaat getirdim. Dr. Afyoncu, Türkiyede'ki ilk matbaanın kurucusu olan İbrahim Müteferrika hakkında Osmanlı Arşivleri'nde uzun bir araştırma yapmış ve Müteferrika hakkında bugüne kadar bilinenlerin hemen tamamının yanlış olduğunu ortaya koymuştu.

Meselá 1745'te öldüğü söylenen İbrahim Müteferrika hayata bu tarihten iki sene sonra, 1747'de veda etmişti ve ölüm kaydı arşivdeydi. Yalova'da kurmaya çalıştığı káğıt fabrikasının açılışını göremediği zannedilirdi ama kayıtlar Müteferrika'nın fabrikayı bizzat işlettiğini ispat ediyordu. Sözün kısası, biz Türk yayıncılığının babası olan İbrahim Müteferrika'yı bile ciddi biçimde incelememiş, vakti zamanında birilerinin yaptığı hataları tekrar etmekle yetinmiş, eskilerin yanlışlarını ansiklopedilere ve ilmi yayınlara aynen geçirmiştik. Bilim dünyası İbrahim Müteferrika'nın bugüne kadar karanlıklar içerisinde olan hayat hikáyesinin ayrıntılarını, onun ölümünden ancak 254 sene sonra, Dr. Erhan Afyoncu'nun araştırması sayesinde öğrenebildi.

Türkiye'de bugün iki tür tarihçi var: İlk grupta okuma-yazma, yani Osmanlıca bilmeyen ve bu yüzden arşive gidemediği için ‘‘tarih’’ adı altında ekonomi ve sosyoloji edebiyatı paralayan ve batı dillerindeki ikinci derece eserleri kaynak edinip sadece ‘‘láf’’ yapan ‘‘yuppie’’ler var. Diğerleri ise, bu işin yolunun arşivden geçtiğini bilip geçmişi orada araştıran Dr. Afyoncu gibi gerçek bilim adamları...

Yazarın Tüm Yazıları