Murat Bardakçı: Vakıf dediğin almak için değil, vermek için kurulur

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Vakıf kurmak kesesine güvenenlere mahsustur ve vakıf kavramının temelinde ‘‘alma’’ değil ‘‘verme’’ düşüncesi yatar. ‘‘Devletten para alıp vakıf kurmak’’ gibisinden girişimler ve Kültür Bakanlığı ile İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı arasındaki tartışmalar bu yüzden bana pek bir garip geliyor. İşin asıl önemli tarafı ise ‘‘Devlet destekli özel vakıf’’ kavramının geçmişte hiçbir zaman varolmaması ama çalma yahut talan etme gibisinden geleneksel suçlamalardan vakıfların da nasiplerini her zaman almaları... İşte, bunun örneklerinden biri: Sultan Üçüncü Murat, 1586'da yayınladığı fermanında ‘‘İstanbul'da vakıf parası yiyenlerin hakkından gelesiniz’’ buyuruyor...

Günlerden beri bir vakıf tartışmasıdır gidiyor. Önce Kültür Bakanı İstemihan Talay'la İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı arasındaki gerilime şahit olduk, şimdi de Türkiye Diyanet Vakfı'nın ‘‘kadının ne zaman nasıl dövüleceği’’ konusundaki yorumlarını değerlendirmekle meşgulüz...

Ben, Şakir Eczacıbaşı ile İstemihan Talay arasındaki tartışmada açık söyleyeyim, İstemihan Bey'i destekliyorum, zira vakıf kurmanın kesesine güvenenlere mahsus bir iş ve ‘‘vakıf’’ kavramının temelinde yatanın da ‘‘almak’’ değil ‘‘vermek’’ olduğunu biliyorum. Dolayısıyla ‘‘devletten para alıp vakıf kurmak’’ gibisinden faaliyetler bana pek bir garip geliyor.

Vakıflar konusunda geçmişteki tartışmalarla bugünküler arasındaki tek ortak nokta ise çalma, talan etme, yürütme gibisinden geleneksel uygulamaların ve iddiaların asırlardan beri varolmaları, yani yüzyıllar öncesinin suçlamalarıyla zamanımızda yapılanlar arasında hiçbir farkın bulunmaması...

Yanda, bu konudaki önemli bir belgenin, Sultan Üçüncü Murat'ın 1586 Ocak'ında yayınmladığı bir fermanın metni bugünün Türkçesiyle yeralıyor. Önce hükümdarın yazdıklarını okuyun, sonra eski vakfiyelerde yeralan beddua cümlelerini düşünün. Meselá ‘‘Bu vakfın şartları ileride bozulup değiştirilecek olursa, sorumluları yerleri ve gökleri ve bizleri yoktan váreden ve bunca nimetleri ihsan buyuran şánı yüce Allah'ın kahrına ve gazabına uğrasın, dünyada ve ahırette rahat yüzü görmesin, iki cihanda rezáletten kurtulmasın, meleklerin, yerlerin ve göklerin láneti onun üzerine olsun, cehennemin dibini boylasın’’ gibisinden ifadeleri hatırlayın.

Bütün bunlardan sonra, vakıfları sadece kurmakta değil, şaibeli bir şekilde yönetmekte de tarih boyunca ne kadar maharet sahibi olduğumuzu farkedeceğinizden eminim.

Üçüncü Murat, götürücüler için 414 yıl önce ferman yayınlamıştı

‘‘...İstanbul kadısına emirdir: Vakıfların durumu pek iyi değildir, zira mütevelliler ve diğer görevliler parası olan vakıfların gelirleriyle yiyip içmekte, herşeyi harap etmektedirler. Dolayısıyla vakıfların ne durumda bulunduklarının ortaya çıkartılması için sıkı bir teftiş gerekmektedir.

Dürüstlüğüne ve adaletine güvendiğim bir kişi olduğun için seni bu teftişi yapnakla görevlendiriyorum. Bu emrimi alır almaz İstanbul'da padişahlar veya diğer kişiler tarafından kurulmuş olan ne kadar vakıf varsa hiç vakit geçirmeden hepsinin defterlerini getirtecek ve denetime başlayacaksın. Defterlerde yazılı olanlarla daha önceki kayıtları karşılaştıracaksın. Vakıfların mütevellilerini, kátiplerini ve diğer görevlilerini çağırıp harcamalarının tek tek hesabını soracaksın. Yapmış oldukları harcamaların vakıfların kuruluş şartlarına uygun olup olmadığını gözden geçireceksin. Kuralların ve vakıf şartlarının haricinde hareket edenleri ve üzerlerinde vakfın hakkı çıkanları görevlerinden hemen alacak ve yaptıklarının hesabını vermelerini isteyeceksin.

Çalınmış ve yenmiş vakıf gelirlerini tek tek kaydedecek, bunları vakıf şartnameleriyle karşılaştıracak ve hazırlayacağın mukayeseli cedveli mutluluklarla dolu olan huzuruma göndereceksin. Ayrıca kimlerin hangi vakıftan ne miktarda para yediğini ve kimlerin ne kadar parayı sakladığını ayrı bir listeye dökecek, bu işin sorumlularından hesap sormam ve çaldıklarını ödetmem için bu listeyi de huzuruma yollayacaksın. Hesaplardaki açıkların kapatılması için de elinden gelen özeni mutlaka ve sür'atle göstereceksin.

Bu şerefli emrim, Allah tarafından korunmakta İstanbul şehrinde 994 senesinin hayırlarla dolu Safer ayının beşinci gününde (26 Ocak 1586) yazılmıştır’’

(Ahmed Refik'in ‘‘Onuncu Asr-ı Hicrî'de İstanbul Hayatı’’ adlı eserinden).

Kadın döven sadrazamın başına gelenler herkese ibret olsun!

Diyanet Vakfı'nın tavsiyesi uyarınca kadınları dövme konusunda ufak da olsa bir hevesiniz varsa ve arada bir içinizden ‘‘Şunun suratına şöyle elimin tersiyle bir geçirsem’’ diye düşünüyorsanız, Sadrazam Lütfi Paşa'nın başına gelenleri bilmek ve ona göre davranmak zorundasınız.

Lütfi Paşa, Kanuni Süleyman'ın hem sadrazamı, hem de kızkardeşi Şah Sultan'ın kocası yani eniştesiydi. Tarihçilik de yapmıştı, hususi hayatında ise sertliğiyle, kibriyle ve kendiği beğenmişliğiyle tanınırdı.

1541 Nisan'ında bir gün, zina ederken yakalanan bir kadının cinsel organının dağlanmasını emretti. Verdiği emir ne dine, ne de o devrin kanunnamelerine uygundu ama hemen yerine getirildi. Karısı Şah Sultan ise akşamı iple çekti ve kocası konağa gelir gelmez ‘‘Senden önce gelen vezirlerin hangisi kadınlara karşı böyle bir ceza verdi? Kimi örnek aldın da bu işi ettin?’’ diye haykırdı. Paşa'nın istifini bozmadan ‘‘Bundan böyle yakalanan her fahişe aynı cezayı çekecek’’ demesi üzerine de ‘‘Sen inatçı ve edepsiz bir zálimsin!’’ diye avaz avaz bağırmaya başladı.

İşittiği hakaretler Lütfi Paşa'nın kanına dokundu, sultanı susturmaya çalıştı, beceremedi ve Nisa Suresi'nin 34. áyetindeki ‘‘Dövünüz’’ hükmünü hatırlayıp Sultan'a okkalı bir şamar aşketti.

Ama karısının Yavuz Selim'in kızı ve zamanın hükümdarı Sultan Süleyman'ın kızkardeşi olduğunu ve el kaldırmaması gerektiğini unutmakla büyük hata yapmıştı. Şah Sultan ‘‘Bana el kaldırırsın haaa!’’ deyip feryáda başladı, konakta ne kadar haremağası ve hizmetkár varsa çağırıp kocasına bir güzel meydan dayağı çektirdi. Dayak faslından sonra her tarafı mosmor olmuş Paşa'yı önce kapıdışarı etti, sonra kardeşi Sultan Süleyman'ın huzuruna çıktı, ‘‘Benim kocam, senin de vezirin olacak deyyus bana el kaldırmaya cür'et etti’’ deyip ağlamaya başladı. Gazaba gelme sırası bu defa hükümdardaydı: Kızkardeşini Lütfi Paşa'dan hemen boşattı, sonra da Paşa'yı sadrazamlıktan attı ve Dimetoka taraflarında bir çiftliğe sürgün etti.

Lütfi Paşa kendi ismini taşıyan tarihinde bu hadiseyi anlatırken yediği dayaktan ve konağından kapıdışarı edilmesinden hiç sözetmeyecek, sadece ‘‘Kadınların hilelerinden kurtulabilmek ve onlara mağlup olmamak için kendi rızamla sadrazamlıktan ayrıldım. Edirne'deki çiftliğimde gönül rahatlığıyla inzivaya çekildim ve Allah'a dua etmekle meşgul oldum’’ diyecekti...

Siz siz olun, Diyanet Vakfı'nın tavsiyesine uyacağınız zaman Lütfi Paşa'nın akıbetini hatırlayın ve elinizi ondan sonra kaldırın...

Yazarın Tüm Yazıları