Tarihimizin iki büyük köpek soykırımı

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Köpek soykırımı bakımından tarihi gayet zengin olan bir milletiz... Sadece geçen yüzyıldan buyana yüzbinlerce köpeğin canını aldık. İstanbul halkına göre köpek katliamı felâket getirirdi ve öyle oldu. İlk soykırımdan sonra Mısır ordusu Anadolu'yu işgal etti, ikincisinden hemen sonra da Balkan Savaşı patladı.

Günlerdir, İskenderun'da bir çöp kamyonunun arkasında sıkıştırılarak canından edilen sokak köpeğini tartışıyoruz. TV spikerleri haberi gözyaşları içinde veriyor, hemen her kesimde ve her yerde İskenderun'daki zavallı köpek konuşuluyor. sivil toplum kuruluşları köpeklerin ortadan kaldırılması talimatının bizzat Belediye Başkanından geldiğini söyleyip herkesin başkan aleyhine dava açması için çağrı üstüne çağrı yapıyor...

Tartışmaları takip ederken ‘‘Köpeklere meğer nasıl düşkünmüşüz, onları ne kadar da çok severmişiz’’ diye düşündüm... Sonra, ‘‘Tarihin en büyük köpek katliamlarından birini yapan millet yoksa biz değildik de başkaları mıydı?’’ diye sordum kendi kendime ve geçmişteki köpek katliamlarımızdan bazılarını sizlere de hatırlatayım dedim...

İstanbul, mâlûm, dört ayaklı mahlûklarının adedi her zaman için yüksek olan şehirdi ve taaa Bizans'tan beri bu böyleydi... Köpek nüfusundaki artış bazı zamanlarda patlama halini alınca yönetimler çare bulmaya çalıştı, bulunan çare genellikle köpekler için bir ‘‘toplama kampı’’ yapılması oldu ve kamp Marmara'nın ortasındaki Hayırsızada'da kuruldu.

İstanbul köpekleri ilk toplu sürgünlerinden birini 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, İkinci Mahmud zamanında yaşadı. Hükümdar İstanbul'da ne kadar köpek varsa yakalanıp adaya gönderilmesini buyurdu, birkaç gün boyunca şehirde belki de tek bir hayvan kalmadı ama İstanbullulardan hiç beklenmeyen tepkiler yükseldi: Halk ‘‘Hayvanlara eziyet etmek uğursuzluk getirir, başımıza iş açılır, köpekleri orada bırakmayalım’’ diye homurdanmaya başlayınca Hayırsızadaya'daki sağ kalan köpekler yeniden teknelere konup İstanbul sokaklarına salındı. Ama uğursuzluk da geldi: Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın ordusu Kahire'den kalktı, Kütahya'ya kadar girdi... Mısır askerleri, Bursa taraflarına da şöyle bir uzanıp geri döndüler.

Sonra aradan seneler geçti, 1910'a gelindi ve ‘‘köpek meselesi’’ni çözmeye bu defa da İstanbul ‘‘Şehremini’’, yani Belediye Başkanı Suphi Bey soyundu: Haziran başında İstanbul'daki bütün köpeklerin yeniden Hayırsızada'ya yollanmasını emretti, iktidardaki İttihadçılardan da destek aldı ve birkaç gün içinde 80 bin civarında köpek çatanalara yüklenip yeniden mecburi bir ada yolculuğuna çıkartıldı.

Hayırsızada sadece kayaydı, dikili tek bir ağaç bile yoktu ve 80 bin köpeğin feryadı söylendiğine göre geceleri İstanbul'dan bile işitilir olmuştu... Sesler birkaç gün sonra kesildi, zira yaşayabilmek için birbirlerini yiyen köpeklerden artık bir teki bile hayatta değildi... Ama İstanbul halkının beklediği uğursuzluk da gecikmedi: Balkan Savaşı patladı...

Suphi Bey'in ortadan kaldıramadığı köpekleri yoketmek, sonraki belediye başkanlarından birine, Operatör Cemil Paşa'ya (Topuzlu) düştü... Paşa seneler sonra çıkarttığı ‘‘80 Yıllık Hatıralarım’’ başlıklı kitabında kendi dönemindeki köpek kıyımını ‘‘Meşrutiyetin ilânından sonra, İstanbul'daki köpeklerin büyük bir kısmı toplatılarak Marmara'daki Hayırsız Ada'ya gönderilmişti. Bununla beraber belediye başkanlığına tâyinim sırasında 30 bine yakın köpek buldum. Bunları yavaş yavaş imha ettirdim. ...Süprüntüleri sabahları kapılarının önüne bir çöp kabı içinde koymayıp sokağa atanların çöplerini tekrar evlerinin içine döktürdüm’’ diye övünerek anlatacaktı...

İşte, köpekler konusunda sadece bugün değil, geçmişte de pek iyi olmayan sicilimizden birkaç küçük örnek...

BİZDE VE ONLARDA...

1910 Haziran'ında Hayırsızada'ya gönderdiğimiz 80 bin köpek birbirini yiyerek can verdi. Biz şimdilerde köpekleri adalara göndermek yerine çöp kamyonlarında ezerken başkaları işte böyle mezarlıklara gömüyorlar...

Pierre Loti'nin kaleminden

Köpekleri serseriler toplamıştı

‘‘...Bu ülkeye İkinci Mehmed'in ordularının ardından gelen köpekler ...Terakki'yi ve hükümet işlerine levantenlerin girişini unutmuşlardı. Dört-beş asırlık sadakatten sonra ve kimseyi hiçbir zaman ısırmamış olmalarına rağmen, katliamların en iğrencine mahkûm edildiklerini gördüler. Hiçbir Türk, Hilâl'e uğursuzluk getireceği söylenen bu onur kırıcı görevi üstlenmek istemedi. Bu yüzden serseriler, işsiz güçsüzler ve haydutlar görevlendirildi. Bunlar işlerini demir kıskaçlarla yapıyorlar, zavallı kurbanlarını boyunlarından, ayaklarından ya da kuyruklarından yakalayorlar ve onları rastgele kan-revann içinde Hayırsızada'ya götürecek olan mavnalara atıyorlardı.

...İstanbul'un diğer bütün köpeklerinden yüzlercesinin yeraldığı Hayırsızada, Marmara'nın ortasında çöle benzeyen bir kayaydı. İçecek bir damla su yoktu, köpekler orada açlıktan ve susuzluktan öldüler ve bu arada bilinçlerini yitirdiklerinden birbirlerini yediler. Adanın yakınlarından bir kayık geçerken hepsi kıyıya geliyorlardı ve yürekleri parçalayan iniltileri duyuluyordu. Bu, iki ay sürdü. Kayıkları ve insanları ne kadar uzakta olursa olsun gördüklerinde, bütün saflıklarıyla yardıma çağırıyorlardı.

...Ve ben de bu köyün insanları gibiydim... Bütün bunların Türkiye'ye uğursuzluk getirmesinden korkuyorum’’ (Prof. Dr. İsmet Sungurbey'in ‘‘Hayvan Hakları’’ndan. sah: 670).

İşadamları tarih için kesenin ağzını açıyor

Erdem kardeşlerin Sultan Abdülhamid'in mühürlerini Topkapı Sarayı'na hediye etmeleri iş dünyasında yeni bir akım başlatacak: Tarihe yatırım akımı... İstanbul Borsası, Çanakkale'deki şehitler anıtının restorasyonu için Kültür Bakanlığı'na 12 milyar bağışladı.

Sultan Abdülhamid'in mühürleri yerlerini buldu. Erdem kardeşler, Paris'te 6 Nisan'da yapılan mezatta satın aldıkları mühürleri önceki gün Kültür Bakanı İstemihan Talay'a teslim ettiler.. Topkapı Sarayı'ndaki tören TV'lerle gazetelerde dakikalarca ve sayfalarca yer aldı...

Devletin bir yerde prestiji olan mühürler gerçi yabancıların eline geçmedi ve şık bir jestle olmaları gereken yere gittiler ama bu mühür operasyonunun benim için başka anlamları vardı: Türkiye senelerdir bazan yan gözle bakıp bazan göz kırptığı ama genellikle kavgalı olduğu geçmişinin bir bölümüyle devlet düzeyinde kucaklaşmanın ilk adımını atıyor, bu arada iş dünyası kolleksiyonculuktan devlet müzelerine katkı aşamasına yükseliyordu.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, saraydaki törenden önce Erdem kardeşlere bir mektup gönderdi. ‘‘Paris'te düzenlenen bir müzayedede satın aldığınız Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid'e ait mühürleri Kültür Bakanlığı'na bağışlayacağınızı memnuniyetle öğrendim’’ diyor, ‘‘Kültür varlığımızn korunması ve tarihimize sahip çıkılması yönünde bir vatandaş olarak ortaya koyduğunuz bu örnek davranışı takdirle karşılıyorum. Çağdaş medeniyet seviyesine

ulaşmada devletimizin yanısıra toplumumuzun da sorumluluk duygusu içinde hareket etmesi büyük önem arzetmektedir. Bu itibarla örnek davranışınızın tüm toplumumuz için ilham kaynağı teşkil ettiğini düşünüyorum. Sözkonusu mühürlerin kültür hazinemize kazandırılmasındaki onurlu davranışınızdan ötürü teşekkür eder, bu vesileyle sevgi ve selâmlarınmı iletirim’’ diye yazıyordu. Teslim töreninde mektubun okunmasından sonra konuşan Kültür Bakanı İstemihan Talay da ‘‘Hem kültür değerlerimize sahip çıkacağız, hem de evrensel sanatta hakettiğimiz yeri alacağız. Yolumuza bu anlayışla devam ediyoruz. Bizans'tan, Roma'dan, Etiler'den, Frigler'den bugüne gelen tarihi mirasımızı biz de geleceğe taşıyacağız’’ dedi. Bu mektup ve bu sözler, Türkiye'nin çoğulcu kültür anlayışındaki eksiklerin artık devlet eliyle giderilmeye başladığını göstermedeydi...

Derken, tarihe ve kültüre bir diğer katkı İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'ndan geldi ve borsa Çanakkale'deki şehitler anıtının restorasyonu için 12 milyar bağışladığını açıkladı...

Benim temennim bu akımın devam etmesi ve müzelerimizin gelişmiş ülkelerdeki gibi bağışlarla ayakta durabilecek hale gelmesi... İşin sırrı da, işadamlarımızın keseyi açmasında saklı...













Yazarın Tüm Yazıları