Paylaş
Şiir yasaklayıp şair öldürmek bakımından çok zengin bir tarihe sahibiz. Asırlar boyunca kimi şairi sürüm sürüm süründürdük, kiminin canını aldık... Meselâ Seyyid Nesîmî'nin diri diri derisini yüzdük, divan şiirinin önde gelen ismi Nef'î'yi de kemendle boğup cesedini denize attık...
Politikacılarımız bugünlerde pek bir şiir meraklısı oldular... Memleketin mühim ve âcil meseleleri artık şiirle ifade ediliyor, meselelerin çözümünde mısralardan medet umuluyor, siyasi atışmalar bile şiirle yapılıyor ama romantik mısralara pek rağbet edilmiyor her nedense... Vurdulu-kırdılı, kanlı-canlı beyitler seçiliyor ve hemen arkasından da 10 aylık hapis cezaları geliveriyor...
Şiire verilen 10 aylık ceza bana geçmişteki bazı şairlerin âkıbetini hatırlattı... Mısraları yüzünden kellelerinden olan şairleri düşündüm ve ‘‘Demek ki, edebiyatta da yumuşamaya gidiyoruz... Eskiden şiire karşılık kelle alırdık; şimdi sadece hapsetmekle yetiniyoruz’’ dedim... Sonra, mısraları yüzünden canından olan birkaç şairimizi meselâ Nesîmî'yi ve Nef’î'yi hatırlatmak istedim...
Nesîmî, Azerî edebiyatının en parlak isimlerindendi. 14. asrın son çeyreğinde doğmuş, şiiri kendinden sonra yaşamış birçok divan şairine ilham vermiş, hatta Kanuni Süleyman bile onun bir gazelinde ufak değişiklikler yapıp altına kendi imzasını atıvermişti.
O zamanlarda bir garip bakılan ve ‘‘dinden çıkma’’ kabul edilen ‘‘Hurufî’’ inançlarına bağlıydı. Hurufiliğin kurucusu Fadlallah'ı peygamber tanıyor, kâinatın ve insanın esasının ruh değil madde olduğunu, herşeyin temelinde ‘‘ses’’in bulunduğunu ve ölünün dirilmeyeceğini, ahıretin olmadığını söylüyordu. Aynı görüşler şiirlerine de aksetmişti. Derken hakkında fetva verildi ve Halep'te 1417'de diri diri derisi yüzüldü. O sırada bile şiir söylemekten geri durmadı: ‘‘Sırr-ı selhinden Nesîmî'ye suâl ettim dedi / Reh-neverd-i Kâbe-i ışkız budur ihrâmımız’’ yani ‘‘Nesîmî'ye derisinin yüzülmesindeki sırrı sordum; cevabı aşk kâbesinin yolcularıyız, kâbeyi tavaf ederken ihram niyetine derimizi giyeriz oldu’’ dedi ve bu mısralar Türk Edebiyatı'nın en muhteşem ifadelerinden biri olarak kaldı...
17. yüzyıl şairi Nef’î de Nesîmî'nin yolundan gitti. Divan edebiyatının en önde gelenlerindendi ve hicvi şiiriyle aynı ayardaydı... Sonunu hazırlayan da hicivleri oldu. Zamanın hükümdarı Dördüncü Murad'a bir daha hiç kimseyi hicvetmeyeceğine dair yeminler etmiş ama dayanamayıp yeminini bozmuş, devrin sadrazamı Bayram Paşa'yı ‘‘köpeğe’’ benzeten, hükümdara da ‘‘p... ve kâfir’’ diyen şiirler yazmıştı... Yazdıklarını Dördüncü Murad'ın huzurunda okudu, son mısrayı tamamlar tamamlamaz boynuna cellâdın kemendi geçti ve cesedi denize atıldı...
Nesîmî ve Nef’î, şiir yüzünden canından ettiğimiz şairlerden sadece ikisi... Kellesini aldığımız diğerlerini, hatta Nazım'a ve Necip Fazıl'a kadar sürüm sürüm süründüklerimizi düşünün, bir de basit liste yapmaya çalışın... Koskoca bir cild tuttuğunu görür ve şaşarsınız...
Çiller’in şiirde atladığı mısra
Şiir modasına Tansu hanım da uydu ve 26 Nisan günü Kalecik'te Mehmed Akif'ten birkaç mısra okudu. Gazeteler, mısraları birinci sayfalarından verdiler.
Daha önceleri ‘‘siperimizi göğüs ettik’’, ‘‘Gökberk Abideleri’’, ‘‘Boğazlanan Kaymakam’’ gibisinden fasih Türkçe numuneleri sergileyen hanımefendi şiiri de bozdu ve en önemlisi bazı mısraları telâffuz etmedi... Basınımız ise, ‘‘Çiller şiiri hatasız bir şekilde okudu’’ diye yazdı.
İşte, Tansu Çiller'in okuduğu ‘‘yanlış’’ mısralar:
‘‘Zulmü alkışlayamam / Zalimi asla sevememem / Gelenin keyfi için kalkıp geçmişe sövemem / Hele hak namına haksızlığa ölsem evet diyemem / Kanayan bir yara gördü mü yanar ciğerim / Onu dindirmek için kamçı yerim kırbaç yerim / Ama aldırma da geç diyemem aldırırım / Çiğnerim çiğnenirim hakkı tutar kollarım’’
Ve, şiirin Mehmed Akif'in ‘‘Safahat’’ında yer alan ‘‘aslı’’:
‘‘Zulmü alkışlayamam zalimi asla sevememem / Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem / Biri ecdâdıma saldırdı mı hattâ boğarım / Boğamazsam da hiç olmazsa yanımdan koğarım / Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam / Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam / Doğduğumdan beridir aşıkım istiklâle / Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle / Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum / Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boyunum / Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim / Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim / Adam aldırma da geç git diyemem aldırırım / Çiğnerim, çiğnenirim Hakk'ı tutar kaldırırım’’
Tansu hanım mısraları bozmakla da kalmadı, önemli bir yeri de atıverdi: ‘‘İrticâın şu sizin lehcede mânâsı bu mu?’’ mısraını... Sansürün sebebini ve şiirin tamamını merak edenler bir zahmet Akif'in Safahat'ının ‘‘Asım’’ kısmına bakıversinler...
İstanbul’da korumacı Anadolu’da yağmacı
Beyefendi mimar ve tarihi sit alanları konusunda ‘‘uzman’’... İstanbul'da ‘‘korumacılık’’, Ege sahillerinde de ‘‘yağmacılık’’la meşgul...
İstanbul'da birinci dereceden tarihi bir eserle ilgili olarak birşeyler mi çevriliyor? Beyefendi hâzır ve de nâzır: ‘‘İşte, bir çevre cinayeti daha’’ diyor... ‘‘Sit alanını yok ediyorlar. Şehrin ciğerleri köreltiliyor. Yok mu bu cinayete dur diyecek?’’
Sonra, Ege sahillerine uzanıyor... Orada birinci derecede arkeolojik bir sit alanı buluyor, arazide tatil köyü inşa etmeye; yapılaşmaya kapalı yerlerde oteller, moteller, tesisler, vesaireler inşa etmeye soyunuyor. Koruma kurullarından red cevapları geliyor ama beyefendi gene yılmıyor, bu defa kurulları yağmacılıkla suçluyor... Arada bir İstanbul'a dönüp ‘‘korumacılığa’’ devam ediyor, sonra yeniden Ege sahillerine, meselâ Gökova'nın Enişdibi mevkiine, Marmaris'in Çamlık köyü taraflarına geçiyor ve yeni ‘‘arkeolojik yağma’’ projeleri çiziyor...
Korumacılığı ve yağmacılığı şahsında böylesine bütünleştiren beyefendinin kim olduğunu bilmem çıkartabildiniz mi? Çıkartamadıysanız da meraklanmayın, zira yakında öğreneceksiniz... Elimdeki kabarık dosyayı hatmetmeyi hele bir bitireyim, belgelerini ve mimari çizimlerini yayınlayıp şânına şan katacağım...
Gömelim gel seni
İnternet'e desem sığmazsın!
Bugüne kadar hiçbir ülke arşivindeki belgeleri dijital ortama alıp internete vermek gibi garip ve gereksiz bir işe kalkışmadı ama biz kalkıştık. Şimdi, bu uğurda tam 1 trilyonu sokağa atmak üzereyiz.
Turgut Özal'ın yaptığı en hayırlı işlerden biri bence İstanbul'daki Osmanlı arşivlerini açmak, buradaki 150 milyon belgeyi tasnife tabi tutmak ve bu evrak hazinesini dünyanın önde gelen bilim merkezlerinden biri haline getirmek olmuştu. 1980'lerden itibaren arşive çok iyi ücretlerle çok sayıda uzman alındı, işi bilenler bilmeyenleri yetiştirdi ve diğer memleketlerdeki benzerleriyle boy ölçüşebilecek bir arşiv yaratıldı.
Derken devir değişti, devlet arşivleri üvey evlâd oluverdi, uzmanların çoğu ayrıldı, tasnif durma noktasına geldi ve hem siyasi hem de ticari meta gözüyle bakılmaya başlandı arşivlere. Birkaç ay önce Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Dr. Füsun Koroğlu asırlar öncesinin resmi yazılarını gazete okur gibi okuyan uzmanları durup dururken sınavdan geçirmeye kalktı. Tepki görünce vazgeçti ama bu defa da personelin aylıklarını meşgale edindi: Maaş artışı sırasında canının istediğine yüzde otuz zam yaptı, istemediğine yüzde beş verdi, 1846'dan beri varolan Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı'nı da İstanbul'dan Ankara'ya taşıdı. İşin gerisinde belki iyi niyet vardı ama neticede arşivde rahat da kalmadı, huzur da, heves de...
Ve bütün bunların üzerine, daha da vahim bir iş edildi: Şubat'ın 26'sında Başbakanlık'la Türk Tarih Kurumu arasında bir protokol imzalandı. Altında kurum başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu'nun, Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu'nun, yardımcısı Dr. Füsun Koroğlu'nun ve Devlet Arşivleri Genel Müdürü İsa Özkul'un imzası vardı. Osmanlı belgeleri dijital ortama alınacak, CD'lere kaydedildikten sonra internete verilecek ve bu ‘‘iş’’ karşılığında Tarih Kurumu'na ‘‘ilk aşamada’’ 992 milyar 652 milyon ödenecekti.
Sadece Türkiye'deki değil, Avrupa'daki arşivleri de bilen bir kişi olarak kısaca söyleyeyim: Dünyanın hiçbir memleketinde devlet arşivi internete verilmemiştir, zira hem masraflıdır, hem de gereksiz... Araştırıcı gider, belgeyi arşivde görür, orada çalışır. Bilgisayar ortamındaki arşiv malzemesi sadece kataloglardır ve belgeler CD'ye değil ‘‘mikrofilm’’e, gerekiyorsa ‘‘bilgisayar destekli mikrofilm’’e çekilmiştir.
Cevabını merak ettiğim daha birçok husus var, sormaya da devam edeceğim ama öncelikle şu soruların cevabını arıyorum:
Proje ihaleye çıkartılacağı yerde neden Türk Tarih Kurumu'yla imzalanan bir protokole bağlandı? Bunda Tarih Kurumu'nun özel statüye ve işi ihalesiz verme yetkisine sahip olması rol oynadı mı? Fikir kurumdan mı geldi?
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nün yasal yetkisine tecavüz edilerek Türk Tarih Kurumu'na istihdam ve tasnif yetkisi neden verildi? Arşivde bu işin uzmanı olan yüzlerce eleman dururken taşaron kullanma yoluna niçin gidildi?
Resmi ihale şartnamelerine temel oluşturan belgelerde markadan bahsedilmesi yasak olduğu halde protokole ‘‘Superstack Switch’’ ve ‘‘Office Connect Hub’’ gibi ‘‘marka’’ları kim koydu?
Milyarlarca lira ödenmesi öngörülen beş danışman, Yusuf Halaçoğlu, Feridun Emecen, Bahaeddin Yediyıldız, Ramazan Acun ve Oğuz İçimsoy hangi kıstasa göre ve kim tarafından seçildiler?
Hepimizin vergilerinden toplanan bu 1 trilyon ‘‘dijitaleşme’’, ‘‘bilgisayar ortamına alınma’’ gibi cafcaflı sözler uğruna sokağa atılacağı yerde arşivin tasnif ve bina ihtiyacına harcansa daha iyi olmaz mı?
Ve son bir soru: 8 milyara satın alınacak olan minibüsler belgeleri mi yoksa ihale bedeli olan 1 trilyon lirayı mı taşımada kullanılacak?
Sayın başbakanın ve trilyonluk ödenme emrini imzalayacak olan Devlet Bakanı Sayın Cavit Kavak'ın ilgi ve bilgilerine saygıyla arzolunur efendim!..
Paylaş