Murat Bardakçı: Sezer’in fırçası, padişah fırçasının yanında iltifattı






Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i ‘‘terbiye sınırını aşan ifadeler kullanmakla’’ ve ‘‘siyaset geleneğimizde örneği olmayan davranışlarda bulunmakla’’ suçlayan Başbakan Bülent Ecevit, yanılıyor. Zira geçmişimizde devletin en tepesindeki kişinin o zamanın başbakanı yahut bakanları olan sadrazama ve vezirlere ağzına geleni söylemesi, onları herkesin içinde

yerin dibine sokması, hatta hızını alamayıp canlarından etmesi bizde siyasî bir gelenekti.

MGK'da kıyamet koptu. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer hükümeti azarlayınca Başbakan Bülent Ecevit toplantıyı terketti, sonra başbakanlıktaki merdiven altında sesi sinirden titreye titreye bir açıklama yaptı ve cumhurbaşkanını ‘‘terbiye sınırını aşan ifadeler kullanmakla’’ ve ‘‘siyaset geleneğimizde olmayan davranışlarda bulunmakla’’ suçladı.

Bana sorarsanız, Başbakan Ecevit yanılıyordu, zira tarihimizde cumhurbaşkanının davranışının bol sayıda örneği vardı. Devletin en tepesindeki kişinin, o zamanın başbakanı yahut bakanları olan sadrazama ve vezirlere ağzına geleni söylemesi, onları herkesin içinde yerin dibine sokması, hatta hızını alamayıp canlarından etmesi bizde siyasi bir gelenekti. Bu gibi fırça seansları o zamanın hem hükümeti hem de MGK'sı gibi çalışan ‘‘diván-ı humayun’’da ve bürokratların önünde olurdu. Üstelik konuşmalar hiçbir zaman gizli kalmaz, devletin resmi tarihçileri başbakanın işittiği azarları kayda geçirir ve kısa bir müddet sonra da kitap haline getirirlerdi.

İşte, eski zamanların devlet başkanı olan hükümdarların o devrin başbakanı olan sadrazamları azarlamalarından birkaç örnek... Okuyun ve Cumhurbaşkanı Sezer'in ettiği ‘‘Çamurun üzerinde oturuyorsunuz’’, ‘‘Anayasayı bilmiyorsunuz’’ yahut ‘‘Söylediklerimden neden gocunuyorsunuz?’’ gibisinden sözlerin eskiden edilmiş aynı yoldaki sözlerin yanında ne kadar zarif ve muhabbet dolu kaldığına siz karar verin...

Keykávus'tan sultanlara öğütler

Vezir kısmı sadece fırçadan anlar

Eski zamanlarda devlet adamlarına devleti ne şekilde idare etmeleri konusunda öğütler vermek için yazılan kkitapların en meşhuru, bundan 900 sene önce yazılmış olan 'Kabusname'ydi. Kabusname, devletin başında bulunan kişinin ‘‘vezir’’lere nasıl davranması gerektiğini bakın nasıl anlatıyor... Ben, bugünlerde ‘Acaba Ankara'da birileri MGK toplantısı öncesinde Kabusname'yi mi okudular?’ diye düşünmeden edemiyorum...

Eski devirlerde, devlet adamları için devleti ne şekilde idare etmeleri konusunda öğütler veren kitaplar yazılırdı. Bu eserlere ‘‘nasihatname’’ denir ve içlerinde memleket idaresinin ayrıntılarından satranca; yemek yeme usullerinden hamama gitmeye, yıldızlardan geleceği okumaya, kılıç kullanmaya ve tıbba kadar akla gelen her konuda tavsiyeler yer alırdı.

Bugüne kadar gelebilmiş olan nasihatnameler arasında en tanınmışı, İran taraflarında bundan 900 sene önce kurulan ‘‘Ziyaroğulları’’ adındaki ufak bir devletin hükümdarı olan Keykávus'un, oğlu Giylánşáh için kaleme aldığı ‘‘Kabusname’’ isimli eserdi. Ziyaroğulları devletinin tarihlerde sadece birkaç satırla yer almasına rağmen Keykávus bu eseri sayesinde hiç unutulmadı ve siyaset bilimciler, özellikle de doğu dünyasının siyasetçileri tarafından her zaman saygıyla yádedildi.

Vezire yüz verilmeye!

Aslı Farsça olan Kabusname Türkçe'ye defalarca tercüme edildi ve bu tercümelerin en önemlisi 1400'lü senelerin başında Mercimek Ahmed tarafından yapmış olanıydı. 44 bölümden meydana gelen Mercimek Ahmed tercümesinin 42. bölümü ‘‘Padişahlık resmin beyán ider’’, yani ‘‘Devleti idare edenlerin nasıl davranmaları gerektiğini anlatır’’ başlığını taşıyordu. Keykávus bu bölümde devletin başında bulunanlara devlet idaresiyle ilgili hemen her konuda öğütler vermedeydi.

İşte, Keykávus'un devletin başında bulunan kişilere, vezirlerine nasıl davranmaları konusunda verdiği nasihatlerden bazıları. Ben, son bir hafta içerisinde olup bitenleri gördükçe ‘‘Acaba Ankara'da birileri MGK toplantısı öncesinde Kabusname'yi mi okudu?’’ diye düşünmeden edemiyorum...

Heybetini HERKESE göster

‘‘...Ey oğul, şöyle bil ki, heybetini göstermeyi sakın unutma ve heybetini özellikle de kendi vezirine göster. Düşüncelerin ve yapmak istediklerin konusunda hiçbir zaman vezirinin fikrine muhtaç olma. Fikirlerini vezirine hafif bir şekilde hissettirme. Vezirinin bir kişi yahut bir iş konusunda söyleyeceklerini iyice dinle ama fikrini sakın hemen o anda beyan etme. ‘‘Olsun, görelim bakalım’’ de fakat o işle ilgili kendi kararını derhal söyleme. Vezirin senin yanından ayrıldıktan sonra anlattıklarını iyice bir tahkik ettir, vezirin arkasına hemen casus tak ve ne yapıp ettiğini, senin iyiliğine mi yoksa kendi menfaatine mi çalıştığını iyice bir öğren, cevabını da bütün bunlardan sonra hazırla. Herşeyden haberdar olunca vezirini çağır ve sana danıştığı konuda beklediği cevabı ver. Ama bu cevabı verirken söylediklerin sanki kendi gönlünden geliyormuş gibi konuş, sakın haaa vezirinin isteğini yerine getiriyormuş gibisinden bir havaya girme ki vezirin konuşmanı dinlerken onun isteklerini yerine getiriyormuş zannetmesin.

SENİ AZİZ ZANNETSİNLER

Ve sonra ey oğul, gerekli olduğu kadar konuş, yani az konuş, hiçbir zaman fazla söz etme. Çok konuşursan, etrafındakilerle yüz-göz olursun. Kendini etrafına az göster ki seni aziz gibi görsünler. Herkese yüz verirsen, seni hor görmeye başlarlar’’ (Orhan Şaik Gökyay'ın ‘‘Kabusname’’ yayınından)

Hangi padişah nasıl fırçalardı

DÖRDÜNCÜ MURAD

Topal zorba başı!

‘‘Gel beru topal zorba başı! Bre káfir, abdest al!’’ (Sadrazam Receb Paşa'yı 1632'nin 18 Mayıs günü idam ettirmesinden hemen önceki bağırması. Receb Paşa, hükümdarın bu sözleri söylemesinden birkaç dakika sonra celláda teslim edildi)

ÜÇÜNCÜ OSMAN

Hamal senden iyidir!

‘‘Bana bak şimdi seni azlederim, yerine hamallar káhyası Ali Usta'yı vezir yaparım haaa!’’ (Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa'ya 1755 Mart'ında bir kızgınlık anında söyledikleri)

SULTAN İBRAHİM

Pezevenk, kodoş!

‘‘Bre mütevelli yapılı kodoş, bre karpuz kafalı pezevenk!’’ (Sadrazam Civankapıcıbaşı Mehmed Paşa'ya 1645 yazında gönderdiği mektuptan).

‘‘Kendini devlete hizmet mi ettim sanırsın? Bu kadar hazinemi sarfettin. Şimdi de yaban yaban söylüyorsun’’ (Sadrazam Yusuf Paşa'yı 22 Ocak 1646'da idam ettirmesinden birkaç dakika önce söyledikleri)

GENÇ OSMAN

Hain, alçak!

‘‘Hain, ben sana neyledim? İki defa canını bağışlayıp üstüne üstlük bir de makam sahibi ettim. Bana bu düşmanlığın nedendir? Alçak!’’ (Tahtından indirilmesinden hemen sonra öldürüleceğini anlayan hükümdarın, 20 Mayıs 1622 günü Sadrazam Davud Paşa'ya söylediği sözler. Genç Osman, sadrazamına ‘‘Alçak’’ demesinden birkaç saat sonra boğduruldu)

İKİNCİ AHMED

Vallahi gebertirim!

‘‘Bre hain, ben sana devleti böyle işler edesin diye mi emanet ettim? Devlete böyle hıyanet ediyorsan, vallahi seni Allah yoluna götürürüm. Padişahlığımın nasıl olduğunu da şimdi gösteririm. Ak sakalını kızıl kana boyayım da gör!’’ (Avusturya'yla devam eden savaşta bir türlü başarı kazanamayan Sadrazam Arabacı Ali Paşa'yı 27 Mart 1692 günü azlederken söyledikleri)

SULTAN ABDÜLMECİD

Adamı kovuverirler!

‘‘Sen nasıl sadrazam olacaksın? Böyle şeylere bakmıyorsun. Elindeki mührü alır, adamı kovuverirler. Mes'uliyet altındasın!’’ (Hükümdarın, piyasaları sarsan mali bir krize çözüm bulmak için 1858'in 17 Ağustos günü Babıali'de yapılan toplantıda Sadrazam Álî Paşa'ya hitaben söylediği sözler)

‘Kriz’ kelimesiyle 1858’de tanışmıştık

Günlük konuşmamızda artık en fazla kullanılan kelimelerden biri haline gelen 'kriz' sözünün Türkçe'ye ne zaman girdiğini bilmem hiç merak ettiniz mi?

Ben ettim ve cevabı 19. asrın önde gelen tarihçisi Cevdet Paşa'nın ‘‘Tezákir’’ isimli eserinde buldum:

Kelimenin bizde tam 143 senelik bir geçmişi vardır ve dilimiz ‘‘kriz’’ kavramıyla 1858 yazında İstanbul'da yaşanan bir mali karışıklık sırasında tanışmıştır.

O günlerde para altına endekslidir ve devletin gelirleri harcamaların çok gerisinde kalmıştır. İşin içerisine bir de vadesi gelmiş olan borç ödemeleri girince para aşırı oranda değer kaybeder, devlet borçlarını ödeyemez hale gelir. Paşalar bir gece Sadrazam Álî Paşa'nın yalısında toplanır ve çıkış yolu bulmaya çalışırlar. Çoğu Fransızca bilmekte ve memlekette yaşananları Fransızca'daki ‘‘crise’’ yani ‘‘kriz’’ kelimesiyle ifade etmektedirler. Derken, ‘‘kriz’’in nasıl Türkçeleştirileceğini tartışırlar ve ‘‘buhran’’ sözü üzerinde karar kılarlar. ‘‘Kriz’’ ve ‘‘buhran’’ kelimelerinin günlük konuşmamıza girmesi, işte Sadrazam Álî Paşa'n yalısında o gece yapılan toplantı sayesindedir.

Yazarın Tüm Yazıları