Paylaş
Sadece kadın müzisyenlerden oluşan müzik grupları, eski zamanlardaki zengin konaklarının vazgeçilmez ádetlerindendi. Konaktaki kalfa kadınlara, halayıklara ve cariyelere işlerinin yanısıra mutlaka bir sanat öğretilir, bu sanat bazen musiki olur ve devrin en iyi hocalarıyla çalışan kızlar sonra konağın müzik topluluğunda yer alırlardı.
Cariyelerle, halayıklarla dolu bir eski zaman konağı düşünün. Günlük işler bitmiş, her yer tertemiz yapılmış, paşa hazretlerinin yahut hanımefendinin istediği yemekler pişirilmiş, çamaşırlar pir ü pak edilmiş, herkes köşesine çekilmiş...
Tam o sırada, odalardan birinden güzel bir müzik sesi geliyor. Kalfa kadınlar, halayıklar ve cariyeler müzik yapıyorlar... Bu, eski Türk konaklarının değişmez ádetlerindendi. Konaktaki kızlara işlerinin yanısıra mutlaka bir de sanat öğretilirdi. Bu sanat ince elişine dayanan bir meslek yahut musiki olurdu. Derslerini konağa gelen devrin en iyi hocalarından alırlar, çalgı çalabilecek veya okuyacak düzeye gelince de konağın orkestrasına katılırlardı.
Türk Müziği'nin büyük bestecilerinden Refik Fersan, hatıralarında 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki halayık müzisyenleri şöyle anlatıyor: 'Eskiden, vükelá konaklarının bazılarında yetenekli kalfa ve halayıklardan meydana gelen alafranga ve alaturka musiki takımları bulunurdu. Masraf Nazırı Sadeddin Paşa'nın halayık bandosu ve orkestrası çok şöhret bulmuştu. Aynı zamanda, ufak bir de fasıl takımı vardı. Bazı devlet büyüklerinin düğünlerine Sadettin Paşa'nın orkestrasının özel surette gönderildiğini hatırlarım.
Bu takım büyük konakların harem dairelerinin bir kısmında alafranga çalar, konağın başka salonlarında Mabeyinci Faik Bey'in veyahut yine Sadeddin Paşa'nın alaturka saz takımı musiki yapardı.
Serasker Rıza Paşa'nın oğluyla Arap İzzet Paşa'nın kızı, Rıza Paşa'nın Beşiktaş'ta, Yenimahalle'deki konağında evlendikleri zaman, düğünlerine beni de götürmüşlerdi. O muazzam konağın büyük salonunda hususi üniformalı bu kadın orkestrası, 'Leblebici Horhor' operetini, üst kattaki salonda da bizim fasıl takımı yine üniformalı olarak alaturka çalıyorlardı. Daha sonra İstinye'de Ahmed Afif Paşa'nın ve Bebek'de komşumuz Reşid Mümtaz Paşa'nın oğlu Semih Mümtaz Bey'in düğünlerinde de ayni orkestrayı ve bizim alaturka takımını dinlemiştim. Bu düğünlerin ihtişamı, bugün gibi gözümün önündedir.
Sadeddin Paşa'nın orkestrasındaki kalfalardan alaturkaya yeteneği olanlar ayrılmış ve beş-altı kişilik bir fasıl takımı meydana getirilmişti. Bu alaturka heyete, Hafız Hüsnü Efendi meşkederdi'
Yağmur için taşa dua okumak
Eski Türkler, yağmur yağdırmak için bir taşa dua okurlardı. Bu adet şamanlıktan kalma bir geleneğin İslámileşmiş şeklidir. Şamanların eskiden taşa okudukları duaların yerini sonradan Nuh Suresi'nin 11. áyeti almış, 'yada taşı' denilen bu taş ve taşa dua okunması edebiyatımıza da girmiştir.
Yakın zamanlara kadar Anadolu'da yağmur yağdırmak için taş okumak adeti vardı. Bu iş eski bir Türk ádetiydi ve okunan taşa 'yada taşı' denirdi. Yada taşı üstünde kırmızı benekler bulunan beyaz, bir kısmı kara kızıl veya alaca bir taştır. Bir hayvanın karnından çıktığına inanılır. Bazılarına göre de Çin'de ve iran'ın doğusunda yaşayan kanadı kızıl, cüssesi iri ve baharda az sulak yerlerde yuva yapan bir çeşit ördekten alınır. Yazın su çekilince yuvayı iki dirsek boyu kazarlar, taşı bulurlardı. Her yuvadan tek bir taş çıkardı.
Kamlar yani eski Türklerin ruhani sihirbazları bu taşı yağmur ve kar yağdırmak için kullanırlardı. Sultan Muhammed Harezmşah'ın ordusundaki ihtiyar bir kamın taşla yağmur yağdırışını görenler şöyle hikáye ederler:
Kam bir çadır içinde başını açmış, bir tasa su koyup önüne almış. Üç kamış alıp birini tasın sağ, öbürünü sol tarafına dikmiş, bir kamışı da tasın üstüne doğru diğer iki kamışın tepelerine bağlamış. Sonra yağmur taşı renginde bir yılanı tasın üstündeki kamışa kuyruğundan başaşağı asmış. Yılanın başı, tas içindeki suya bir adam boyundan az mesafede imiş. İki yağmur taşı alıp tasın içine bırakmış. Biraz sonra taşları çıkarıp aheste aheste biribirine sürmüş ve birini bir tarafa atmış, derken yine alıp suya bırakmış, bir daha çıkarıp eskisi gibi yapmış. Bu ameliyeyi yedi kere tekrarlamış ve bir miktar su alıp etrafa saçmış. Bu sırada kamın başı açık, saçları dağınık, kızgın bir haldeymiş, gizli gizli bir şeyler söylüyor, yağmur ister gibi bir vaziyette başını göğe kaldırıyormuş. Nihayet yağmur yağmaya başlamış (Şaban Efendi: Şifaiyye fi't-Tıb , Topkapı Sarayı Hazine Kütüphanesi, No: 551, 57 b-60 a).
Bu ádet İslámiyet sonrasında da devam etmiştir. Küçük taşlar toplanır, bir çanak içine konur, üstüne bir bez örtülür, bir kaç kişi çanağın etrafına toplanır, tövbe ve isti'fardan sonra Nuh suresinin 11 inci ayeti olan 'Yürsili's-semáe áleykum midrárá' yani 'Gökten size faydalı ve bol yağmurlu bulutlar yollar' ayetini zikreder ve elleri ile taşları karıştırırlar. Yada taşı kavramı görüldüğü gibi sonraları dini kimlik almış ve son zamanlara kadar yaşamıştır.
Paylaş