Devlet adamlarına karşı son derece sert davranan hükümdar, kendisini eleştiren kişi halktan biri olunca eski bir geleneğe, "Halkın, hükümdarlara Allah’ın emaneti olduğu" tavsiyesine uyar, eleştirene dokunmaz ve hoşnutsuzluğun sebebini öğrenmeye çalışırdı. Ama, bu gibi hadiselerin ardından garip söylentiler çıktığı da olurdu. Meselá, Üçüncü Selim’in yolunu kesip "Seninle şeriat dávam var!" diye bağıran bir dervişin evliyalığına inanılmış, İkinci Mahmud’a "Gözün körolsun" diye bağıran bir kadın ániden kendi körolunca da bu defa "Padişah velilere karıştı" denmişti.
MUSTAFA Kemal Öncel isimli vatandaşın Başbakan
Tayyip Erdoğan’a
"Hangi yüzle geliyor buraya?" diye bağırması üzerine Başbakan’ın
"Artistlik yapma lan" deyip hemen arkasından da
"Hadi ananı al git buradan" demesini hepimiz yadırgadık, böyle sözlerin bir başbakana hiç yakışmadığını söyledik.
"Başbakan’a da böyle hitap edilmez ki" diye düşünenlerimiz de oldu ama geçmişten gelen bazı gerçekleri gözardı
ettik: Sıradan insanların devlet büyüklerine vaktiyle istediklerini söylediklerini, üstelik eski devlet adamlarına çok daha ağır sözlerin edildiğini...
Padişahlar bir zamanların en kudretli kişileriydi ama onları da zaman zaman eleştirenler yahut yollarını kesip ağızlarına geleni söyleyenler çıkardı fakat o günlerle bugünler arasında bir fark vardı: Devlet adamlarına karşı gerektiğinde son derece sert olan hükümdar, icraatı ile ilgili olarak kendisini eleştiren kişi halktan biri olunca eski bir geleneğe,
"Halkın, hükümdarlara Allah’ın emaneti olduğu" tavsiyesine uyar, kendisini alenen eleştirene dokunmaz, hatta işi duymazlığa getirir ama hoşnutsuzluğun sebebini de hemen öğrenmeye çalışırdı.
İşte, Osmanlı’nın son yüzyıllarında, sıradan insanların zamanın hükümdarlarına yaptıkları protestolardan birkaç örnek:
TIMARHANEYE AKINÜçüncü Selim, 1790’ların sonunda, cuma namazını kılmak için gittiği Mahmudpaşa Camii’nden çıkıp kalabalık
maiyetiyle Topkapı Sarayı’na döndüğü sırada Cağaloğlu’nda esrardan ayakta duramayacak hále gelmiş olan
Sabri isimli bir Bektaşi dervişiyle karşılaştı.
Derviş, hükümdarın yolunu keserek
"Seninle şeriat dávam var!" diye bağırdı. Padişahın muhafızları adamı itip kakmaya başlayınca
Üçüncü Selim müdahale edip dervişi bıraktırdı ve
"Nedir dávan, söyle!" dedi.
Derviş Sabri, padişaha
"Böyle dava yol üzerinde görülmez. Allah’ın emrine razı isen, bir yer seç" diye gayet cesur bir cevap verince, padişah
"Bu adamı vekilim olan sadrazama götürün" diye emretti.
Sadrazam dervişle konuşmaya başladı, daha ilk anda adamın deli olduğunu anladı, Sultanahmet’teki timarhaneye gönderdi ve asıl komiklikler işte bundan sonra başladı.
Derviş Sabri timarhaneden birkaç defa kaçtı, her defasında yakalanıp geri getirildi ama bütün bunlar olup biterken şöhreti de gittikçe arttı, İstanbullular dervişin
"keramet sahibi olduğunu" konuşmaya başladılar. Timarhane bir anda yüzlerce kişinin akınına uğradı. Gelenlerin bir kısmı
Derviş Sabri’nin duasını almak istiyor, bir kısmı da büyü çözdürmeye çalışıyordu ve bu işten en fazla istifade edenler de, ziyaretçileri
Derviş Sabri’nin yanına götürmek için yüklü miktarda para alan timarhanecilerdi.
Hadiseden bahseden Cábi Tarihi’nin yazdığına göre,
Derviş Sabri bir müddet sonra timarhaneden tekrar kaçtı, bir gemiyle memleketi olan Rumeli tarafına geçti ve izini kaybettirdi.
GÖZÜ KÖR OLDU
Benzer bir hadise,
Sultan İkinci Mahmud’un da başına gelmişti. 1810 Şubat’ında kılık değiştirmiş olarak Fatih semtinde dolaşan padişah, sokağın ortasında kendisine beddua edildiğini işitti. Halk, bir fırının önünde ekmek kuyruğuna girmişti ve izdiham yaşanıyordu. Bu sırada güç belá ekmek alabilen bir kadın fırından çıkarken
"Padişahın gözü kör olsun. Şu ekmeği alıncaya kadar çektiğimiz eziyete bak!" diye haykırmıştı.
Hükümdar, adamlarına
"Kadının sözlerinden ziyade, çektiği eziyete üzüldüm" dedi ve kadınla konuşup neden böyle beddua ettiğini öğrenmelerini istedi. Padişah gibi kılık değiştirmiş olan saray görevlileri kadının yanına yaklaşarak
"Padişahımız n’eylesin? Bu çektiğiniz kendi suçunuzdur. Padişahın tarlası, öküzü, çifti yok ki ekip biçip, Allah’ın kullarına versin? Bunu siz Allah’tan bilin ve padişaha beddua etmeyin" dediler. Ekmek alabilmek için dünyanın eziyetini çekmiş olan kadın bu sözler üzerine iyice çileden çıktı ve padişahın adamlarına da bağırıp çağırmaya başladı.
İkinci Mahmud, olup bitenlere oldukça öfkelenmişti ama tahammül gösterip aldırış etmemiş gibi davrandı. Topkapı Sarayı’na döner dönmez, hemen
Hazreti Muhammed’in hatıralarının muhafaza edildiği Hırka-i Şerif Odası’na giderek halkın refahının artması için Allah’a dua etti ve ertesi sabah, aleyhinde bağırıp çağıran kadına verilmesi için sarayın yüksek memurlarından olan Siláhdar Ağa ile 100 kuruş gönderdi. Ağa, fırına giderek bir gün önce atıp tutan kadının evinin nerede olduğunu sordu ama kadının ániden kör olduğunu öğrendi. Tarif edilen eve gidip kadını buldu ve hakikaten kör olduğunu görünce şaşkınlığı daha da arttı.
Hükümdara beddua eden kadının başına gelenler İstanbul’un bir anda her tarafında duyuldu.
"Padişah hakkında kötü sözler sarfettiği için, sözleri Allah tarafından tersine döndürüldü" diye yorumlar yapıldı. Halk,
İkinci Mahmud’un keramet gösterdiğine inanmaya başlarken, devlet görevlileri arasında da padişahın
"veli olduğu" söylentileri yayıldı.
TRT’ciler! Suçu kapınızın önüne sidik dökenlerde arayın ve bana sataşmaktan vazgeçinBASINDA kendisiyle ilgili olarak çıkan bir haber hakkında açıklama yapmak, haberde yanlış bilgi veriliyorsa düzeltmek ve işin aslını ortaya koymak, her kurumun ve kişinin hakkıdır. Ama bu hak kullanılırken üste çıkmaya çalışır ve bu işi amatörce yaparsanız komik olursunuz.
TRT’nin önceki gün bana gönderdiği açıklamada olduğu gibi.
Hadise şu: TRT İstanbul Radyosu’nda görevli bir korist hanım, radyoevinin girişindeki merdivenlere
"idrar, insan pisliği ve bilinmeyen bir madde" dolu bir şişeyi boşaltırken görülmüş, daha sonra stüdyoda prova yapan koronun önünde bir başka sanatçıyla bu şişe meselesi yüzünden birbirine girmiş, radyo karışmış ve zabıt tutulmuştu. İşin,
"büyü maksadıyla" yapıldığı söyleniyordu.
Ben hadiseyi hemen öğrendim, yazdım, haber cuma günkü Hürriyet’te manşetten kullanıldı ve o akşam TRT Genel Sekreterliği’nden hem bana, hem de gazeteye bir açıklama fakslandı.
ANLAYIŞA BAKIN!Açıklamada olayın
"kişiler arasında yaşandığı", "haberin yayınlanmasının TRT’nin saygınlığına gölge düşürdüğü" ve
"TRT’deki münferit olayların son zamanlarda abartıldığı" iddia ediliyor, sonra bu yayınların
"manidar" ve
"dedikodu nitelikli" oldukları iddia ediliyordu. Böyle haberleri yayınlamak, TRT’ye göre üstelik
"sorumlu habercilik" ile de bağdaşmıyordu.
Herkesin gözü önünde yaşanmış ve soruşturma konusu olmuş olaylar, bu mantığa göre
"dedikodu" idi ve yayınlanmalarında da ard niyet vardı!
Bu mantığa göre, bir yönetici
Pavarotti çalarken
"Kapatın lan şu gávur müziğini" diye bağıracak ama
"Aman kurumun saygınlığına gölge düşmesin" diye yazmayacaksınız; birisi kalkıp radyonun kapısının önüne sidik ve insan pisliği boşaltacak ve
"Aman, dedikodu olmasın" diye meseleyi örtbas edeceksiniz ve bunun adı da
"TRT standartlarına göre gazetecilik" olacak. Destuuuur!
CADIAVINDAN VAZGEÇİNTRT yöneticilerine
"basın açıklaması" kavramının ciddi bir iş olduğunu ve zevahiri kurtarmak için ahkám kesmek anlamına gelmediğini söyledikten sonra, sidikli büyü haberini yazdığım için iki günden buyana İstanbul Radyosu’nda gıyabımda veryansın eden málum kişilere de küçük bir hatırlatmam var:
Bana láf edeceğiniz yerde, kapınızın önüne sidik dökerek sizleri küçük düşürenlerden hesap sorun; o kadar kişinin önünde yaşanmış sidikli hadiseyi bana kimin
"sızdırdığını" bulabilmek için cadı avına çıkmayı bırakın ve benim gazeteci olduğumu hatırlayın, sonra
"musiki" adı altında yaptığınız dinlenmez garabete oturup gözyaşı dökün ve en önemlisi, geçmişteki bazı maceralarınız uğruna kahraman kesilip benim için iki günden buyana sarfettiğiniz sözleri etmekten vazgeçin ve ağzımı açtırmayın. Haftalık solo program sayılarında son zamanlarda yapılan arttırmalardan yahut sicil meselelerinden falan bahsedersem, ortalık daha da karışır!