Murat Bardakçı: Pîrine bak müridini anla

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Fethullah Gülen'i ‘‘her yönüyle’’ tartıştığımız bugünlerde onun ‘‘pîri’’ ve ‘‘üstadı’’ olan Said-i Nursî'yi de tanımanızı istedim ve Said-i Nursî'nin müridleri tarafından unutturulmaya çalışılan, sözü artık hiç edilmez olan bazı ifadelerini bir hatırlatayım dedim. İşte, Nursî'nin ‘‘Allah bana düşüncemi anlatma yeteneğini vermemiş, ben zaten Türkçe de pek bilmem’’ dediği ve müridi Gülen gibi ‘‘Bana yardım edin’’ feryadlarının yükseldiği birkaç yazısı.

Ciltler dolusu eser vermiş bir yazar düşünün. Kitaplarının hemen hepsi Türkçe olsun, daha doğrusu Türkçe oldukları zannedilsin ama hayranlarının, müridlerinin ve gözünü yumup peşine takılanların yere-göğe koyamadıkları bu yazar ‘‘Kader bana Türkçe'yi az vermiş, yazmayı ise hiç vermemiş, dikkatinizle bana yardım edin’’ deyiversin.

Bir başka yerde ‘‘Lisanım fikrime iyice tercümanlık edemiyor. Muhakemenizle bu perişan sözlere bir intizam veriniz’’ yani ‘‘Dilim yeterli olmadığı için düşüncelerimi tam olarak yansıtamıyorum. Siz bu perişan sözleri değerlendirip bir düzene sokun’’ desin. Sonra daha da ileri gitsin ve ‘‘Cümleleri birbirine bağlayacak kadar Türkçe bilmediğimden dolayı bütün bu yazdıklarımı okuyucunun düşüncesine havale ediyorum’’ buyursun.

Yazdığı dili bilmediğini ve dolayısıyla düşüncelerini ifadeden aciz kaldığını açıkça itiraf eden böyle bir zata bir başka memlekette sadece ‘‘hevesli’’ gözüyle bakılır ama bizde durum başkadır: Yere-göğe konamaz, önce ‘‘efendi hazretleri’’ olur, derken ‘‘üstad’’ yapılır. Peşpeşe sıralanmış alákasız kelimelerden meydana gelen, mánásını kendisinin bile bilmediği bu ve bunun gibi sözlerine keramet atfedilir ve hazret ve nihayet ‘‘evliya’’ mertebesine yükseltilir. Cümlelerine şerh üstüne şerh yazılır, o şerhler seneler boyunca beyinlere zerkedilir, koza gittikçe gelişir ve ortaya bir ‘‘Said-i Nursî’’ efsanesi çıkar; o efsaneden 70 küsür sonra da aynı yolun bir başka yolcusu baştácı edilir: Beş kelimesinden ikisinde mutlaka ama mutlaka ‘‘yáni’’ dediğinden olacak kerametine inanılıp ‘‘hocaefendi’’ yapılır. Bu arada eskilerin ‘‘zamana ve mekána hakimiyet’’ mánásında kullandıkları ‘‘keramet’’ kavramı da modernize edilir, bir gazoz şişesine sığdırılır, ‘‘hocaefendi’’nin şişenin kapağı parmağıyla açtığı yalanı da keramet oluverir.

Said-i Nursî'nin bu yazının girişinde yeralan ve Türkçe bilmediğinin samimi itirafı olan sözlerini siyaset tarihimizin çok önemli bir belgesinden aldım: Nursî'nin 1909'daki 31 Mart ayaklanması öncesinde sadece 110 sayı çıkmış olan ‘‘Volkan’’ Gazetesi'ndeki yazılarından. Volkan'ı Kıbrıslı Derviş Vahdetî yayınlıyordu, gazete ‘‘İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’’nin sözcüsü gibiydi ve yazarları arasında Said-i Nursî de vardı. 31 Mart'taki yani bugünüm takvimiyle 13 Nisan'daki ayaklanmayı bastırmak için İstanbul'a giren Hareket Ordusu Volkan'ı isyanın kışkırtıcısı saymış, İzmir'e kaçan Vahdetî Istanbul'a getirilip Eminönü'nde asılmış, Said-i Nursî de sürgüne yollanmıştı.

Yandaki kutuda, Said-i Nursî'nin Volkan'da bundan tam 90 sene önce ‘‘Said-i Kürdî’’ imzasıyla yazdığı ama yolundan gidenlerin şimdi her nedense unuttukları veya unutulmasına çalıştıkları yazılarından Türkçe'ye ‘‘tercüme ettiğim’’ bazı bölümler var. Okuyun ve bugün video kasetleriyle Türkiye'nin gündemini meşgul eden zatın ‘‘pîr’’ini daha yakından tanıyın.

İşte, Said-i Nursî'nin Gülen’e ilham veren sözleri

‘‘...Kader bana Türkçe'yi az vermiş, yazmayı ise hiç vermemiş; dikkatinizle bana yardım edin’’ (408)

‘‘...Benim perişan sözlerimin aralarını birbirine bağlayacak olan dürülüp sarılmış ifadeleri láfı uzatmaktan çekindiğim için hayalimde sakladım ve söylemedim. Bu karmakarışık sözlerimi görenler tenezzül edip ruhlarını bir Kürt evine yakışan cesedime göndersinler ve hayálimin hazinesini teftiş ederek dürülmüş fikirleri ortaya çıkarsınlar, yani Leylámı benim gözlerimle seyretsinler’’ (371)

‘‘...Dilim, düşüncelerime iyice tercümanlık edemiyor. Muhakemenizle bu perişan sözlere bir düzen veriniz’’ (471)

‘‘...Ey şu karmakarışık sözlerimi seyreden zát! Gayet dikkat ve muhakeme ile değerlendir. Yoksa üstünkörü bakıştan doğacak olan yanlış anlamalarınızı helál etmem. Sen de atla da okuma. İfadelerim zekilere hitaptır, işaret káfidir. Benim edep mektebim Kürdistan'ın yüksek dağları olduğu için kusurumu ümmiliğime ve acemiliğime bağışlamak iyilik gereğidir’’ (402)

‘‘...Kürtler'in aralarında varolan anlaşmazlıklarından dolayı kaybolmuş bulunan büyük güçlerinden faydalanmak için mill; birlikleriyle kamuoylarını meydana çıkartmak ve eğitimle o düşünceleri geliştirmek gerekir. ...Kürdistan'a yeni bir eğitim sistemi getirebilmenin tek bir çaresi vardır: ...Üç adet okulun açılması ve bunlardan çıkacak olan Kürt bilginlerin yeniden canlandırılacak medreselerde Kürtler'e yeteneklerine göre ilim öğretmeleri’’ (408)

(Said-i Nursî'nin bu sözlerini Ertuğrul Düzdağ tarafından 1992'de tamamının yeni baskısı yapılan ‘‘Volkan Gazetesi’’nden aldım. İfadelerin çoğu rastgele sıralanmış bir kelimeler dizisiydi; ne Arapça, ne Farsça ne de Osmanlıcaydılar. ‘‘Türkçeleştirmeye’’ çalıştığım cümlelerin sonundaki numaralar Düzdağ'ın yayınındaki sayfa numaralarıdır)

Mühendishane

nihayet huzura kavuştu

Geçen hafta İstanbul Teknik Üniversitesi'nin Maçka'daki kampüsünün alaturka diskoteğe çevrildiği yazmış, Maçka ve Teşvikiye sakinlerinin akşamın başlangıcından gecenin geç saatlerine kadar nasıl bir gürültüyü dinlemeye mahkum edildiklerini anlatmıştım.

Teşvikiye sakinlerinin gecelerini berbad eden müzik, yazımın çıktığı gün hemen kesildi. Ertesi gün rektör Prof. Dr. Gülsün Sağlamer’den bir açıklama aldım. Rektör müzikli restoranda İTÜ'nün söz hakkı bulunmadığını, zira mekánın önceki rektör tarafından İTÜ Vakfı'na tahsis edildiğini söylüyordu. Açıklamasının bir tanıtım şirketi kanalıyla gelmiş olmasını garipsedim ve koskoca İTÜ’nün reklama gerek duymasının ve tanıtım şirketi kullanmasının sırrını çözemedim. Gülsün Hanım açıklamasının ardından beni telefonla aradı ve uzun zamandır uğraşmasına rağmen İTÜ Vakfı’na yapılmış olan tahsisi bir türlü kaldırtamadığı anlattı. Sonra başka konulardan da bahsetti ve söyledikleri hayli alákamı çekti ve Gülsün Hanım’a hak verdim. Meselá bir üniversite vakfının başında niçin üniversitenin o andaki rektörünün değil de eski rektörünün ve başkalarının oturduğunu bir türlü anlamadım; iyice bir öğrenip konuyu gündeme getirmeye karar verdim.

Ve küçük bir not: Geçen haftakı yazımın başlığındaki ‘‘Mühendishane’’ sözü İTÜ'nün eski ismidir, bazılarının zannettiğini şekilde Gümüşsuyu'ndaki bu ismi taşıyan restoranla hiçbir alákası yoktur.

Işıkevleri’nin ilhamı Bitlis’in Nurs köyünden gelmişti

Said-i Nursî, Bitlis'in Nurs köyünde doğdu. Adı önceleri ‘‘Said-i Kürdî’’ydi, derken köyünün ismini kendi adının sonuna ekledi ve ‘‘Said-i Nursî’’ oldu. Derken ‘‘Nurs’’un sonundaki ‘‘s’’yi attı, ortaya ‘‘nur’’ kelimesi çıktı ve eserlerine bu adı verdi: ‘‘Nur Risaleleri’’. Onun yolundan giden Fethullah Gülen'le müridleri de ‘‘nur’’u Türkçeleştirip ‘‘ışık’’ yaptılar ve ‘‘Işıkevleri’’ adı işte böyle doğdu.

Said-i Nursî 1873'te, Bitlis'in Nurs köyünde doğdu. Düzgün bir eğitimi olmadı. Sultan Abdülhamid'in iktidarı sırasında hoşa gitmeyen işlere kalkıştığı farkedilince seyahat etmesi yasaklandı ve 1908'e yani Meşrutiyet'in ilánına kadar köyünün çevresinde yaşadı. Sonra İstanbul'a geldi, ‘‘İttihad-ı Muhammed;’’ adında bir cemiyet kurdu ve Derviş Vahdetî'nin Volkan Gazetesi'nde yazmaya başladı. O yıllarda ‘‘Said-i Kürd;’’ adını kullanıyordu, ‘‘Bed;uzzaman’’ diye de bir unvan takınmıştı, saçaklı bir elbise giyiyordu ve belinde bıçakla tabancayla vardı.

31 Mart ayaklanmasından sonra asker; mahkeme Said-i Nursî'yi sürgüne yolladı. 1923'te Ankara'ya gitti, burada kısa bir müddet kalıp Van'a geçti. Sonraları Ankara'ya igittiğini, ilk Meclis'te bir de nutuk verdiğini iddia edecek ama iddiası yalan çıkacaktı.

Ankara'dan ayrılmasından sonra ‘‘Nur risaleleri’’ adını verdiği eserleri yazmaya ve etrafına ‘‘Nur Talebesi’’ dediği grupları toplamaya başladı. İstiklál Mahkemesi'nde yargılandı, yeniden sürgün edildi. Uzun yılları sürgünde geçti, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra serbest kaldı, 1960'ta Urfa'da öldü.

Yazı hayatının ilk dönemlerinde kullandığı ‘‘Said-i Kürdî’’ adını sonraları değiştirdi ve doğum yeri olan Bitlis'in Nurs köyünü kendisine isim seçerek ‘‘Said-i Nursî’’ yaptı. Yazdığı eserlere ‘‘Nur Risaleleri’’ demesinin ilhamını da yine köyünden aldı: ‘‘Nurs’’ kelimesinin sonundaki ‘‘s’’ harfi kalkınca ortaya ‘‘ışık’’ demek olan ‘‘nur’’ sözü çıkıyordu. ‘‘Nur Risaleleri’’ adı böyle doğdu. Müritleri ise daha da ileri gidip Kur'an'da geçen ‘‘nur’’ kavramıyla Said-i Nursî'nin kastedildiğini iddia ettiler.

Nurs köyünün macerası ve şöhreti bu kadarla da kalmadı. Said-i Nursî'nin yolundan giden Fethullah Gülen'le ekibi ‘‘nur’’u Türkçeleştirip ‘‘ışık’’ yaptılar, sonuna bir de ‘‘ev’’ iláve ettiler ve Bitlis'teki köy böylece Fethullaçılar'ın malûm mekánları ‘‘Işıkevleri’’ne isim babalığı etmiş oldu.

İşte, Bitlis'teki bir köyün adının önce ‘‘Nur’’a, derken ‘‘Işıkevleri’’ne dönmesinin garip öyküsü.



Yazarın Tüm Yazıları