Paylaş
Abdullah bin Suud, Osmanlı döneminin Apo'suydu. 19. yüzyılın başında devlete isyan etti, Mekke'yle Medine'yi bile yakıp yıktı ve çoluk-çocuk demeden onbinlerce masumun kanına girdi. Türkiye, Abdullah'ı Mısır'la ortak bir operasyon düzenleyerek ele geçirdi. Soğuk bir Şubat günü bir gemiyle İstanbul'a getirilen terorist zincire vurulmuştu, üç gün boyunca sıkı bir şekilde sorgulandı ve 1820'nin 27 Şubat günü kafası kesildi.
Bu hafta asker, sivil, çoluk, çocuk, erkek, kadın, genç, yaşlı yahut bebek demeden onbinleri canından eden terorist Abdullah'ın yakalanmasının 179. yıldönümü.
Osmanlı tarihinin gelmiş geçmiş en kanlı teroristi olan Abdullah Türkiye'nin Mısır'la ortaklaşa düzenlediği bir operasyon sonucu Arabistan'da yakalanmış ve bundan tam 179 sene önce, 1820 Şubat'ında gemiyle İstanbul'a getirilmişti. Gemi Haliç'te özel bir limana alındı, zincire vurulmuş olarak indirilen Abdullah hemen özel bir hapishaneye kapatıldı ve üç gün boyunca sıkı bir sorgudan geçirildikten sonra idam edildi.
Tarih derslerinde ondan bahsedilmediği ve adıyla eylemleri sadece profesyonel tarih kitaplarında geçtiği için Abdullah'ın kim olduğunu çoğumuz bilmeyiz. Ama böylesine önemli bir yıldönümünde Osmanlı'nın Apo'sunu her yönüyle tanımanızı istedim ve giriştiği kanlı maceranın devlete nelere malolduğunu anlatıp akıbetini yazayım dedim...
Abdullah bin Suud; yani Suud'un oğlu Abdullah, Muhammed Abdülvehhab adında bir Arap'ın torunuydu ve tarihlerin yazdığına bakarsanız, dedesi de naletin tekiydi. Dede Abdülvehhab 1703'te Arap yarımadasının orta taraflarında bir yerlerde doğmuş, küçük yaşta İslám; ilimlere merak salmış, kendisinden 500 yıl önce yaşamış bir şeriat áliminin, İbni Teymiyye'nin yolundan gitmiş ve yaşı kemále erdiği zaman sonraları kendi adıyla anılıp ‘‘Vehhabîlik’’ denecek olan mezhebi kurmuştu.
Vehhabîlik, güya, peygamber zamanındaki hayat tarzına dönülmesi demekti ve Vehhabiler'e göre peygamber devrinde varolmayan yahut hoş karşılanmayan ne varsa yasak edilmeliydi. Meselá altın ve ipek kullanmak günahtı; İslámiyette mezar diye bir kavram da yoktu, dolayısıyla mezarın değil ziyareti, yerinin belli olması bile haramdı.
MEKKE’Yİ YAĞMALADI
Abdülvehhab 84 yaşında öldü ve Vehhabiler Arap yarımadasının ortasındaki Necd bölgesinde çeyrek asır boyunca sessiz sadasız ve kapalı bir halde yaşadılar. Açılmayı Muhammed'in torunu Abdullah başlattı. Sonradan Osmanlı'nın başına seneler boyu belá olacak olan Abdullah bin Suud...
Abdullah fikirlerini yaymak ve insanları ikna etmek için tek bir vasıta kullandı: Kılıç... Arabistan'da isyan bayrağını açtı, onbinlerce başıbozuğu yanına topladı ve 1801'de Kerbela'ya saldırdı. Çoluk-çocuk demedi, üç günde 5 binden fazla kafa kesti, sonra da ‘‘dinde mezar yoktur’’ deyip peygamberin torunu Hazreti Hüseyin'in sandukasını yaktı.
Ertesi sene Taif'e girdi, bu defa Taifliler'i doğradı. Artık Mekke'yle Medine'nin yolu önünde açıktı; gitti, her iki kutsal şehri de işgal etti ve kendisine karşı koyan kim varsa kellelerini kesti. Halifelerin ve din büyüklerinin mezarları bile hışmına uğradı; peygamberin Medine'deki türbesinin dışında ne kadar mezar vara, hepsi yerle bir oldu.
SADECE 3 GÜN SORGULANDI
Abdullah'ın başkaldırmasından sonra, kutsal topraklara artık tek bir güç hakimdi: Terör... Hacca uzun yıllar gidilemedi ve kelleyi koltuğa alıp Mekke'ye uzananlardan da hiçbir haber gelmedi.
İstanbul, Abdullah'ın terörüne karşı çaresizdi. Tahtta bulunan İkinci Mahmud 1819'da Mısır'da, hükümdar gibi valilik eden Kavalalı Mehmed Ali Paşa'dan yardım istedi. Kavalalı'nın oğlu İbrahim Paşa Mısır askerinin başına geçti ve Mısır ordusu Türk birlikleriyle beraber Arap yarımadasının iç kısımlarında ortak operasyonlar yapmaya başladı. Abdullah ele geçti, Mısır'a götürüldü, bir gemiye kondu ve İstanbul'a yollandı. Binlerce kişinin katili imparatorluk başkentine ulaştığında 1820 Şubat'ının ortalarıydı. Bütün memleket bayram etti ve adalet yerini üç günlük sorgudan sonra buldu: Bostancıbaşı Halil Ağa, Abdullah'ın kafasını Sultan Mahmud'un huzurunda bir vuruşta kesti ve Osmanlı devrinin bu en kanlı teroristi mel'anetleriyle beraber tarihe intikal etti.
Abdullah bin Suud'un ismi size birilerini yahut biryerleri çağrıştırıyorsa, yanılmıyorsunuz demektir. Soyu bugün de devam ediyor ama torunları yol kesip onbinlerce hacının canını almıyor, kralık ediyorlar. Suudi Arabistan'da hüküm sürmüş olan bütün krallar ve ülkenin şimdiki kralı Fahd, Abdullah bin Suud'un soyundan. Üstelik sadece krallarının değil, Suudi -daha doğrusu ‘‘Saudi’’- Arabistan'ın ismi de ondan geliyor...
Tarihçi Cevdet Paşa Osmanlı Apo’sunun yakalanışını anlatıyor
Cevdet Paşa, kendi adını verdiği ünlü tarihinde Abdullah bin Suud'un Arabistan'da yakalanıp İstanbul'a getirilişini bütün ayrıntılarıyla anlatır. Abdullah'ı taşıyan gemi Haliç'te özel bir iskeleye yanaşmış, gemiden zincire vurulmuş olarak indirilen terorist özel bir hapishaneye kapatılmış ve cezası üç günlük sorgudan geçirildikten sonra verilmiştir.
İşte, Apo'nun Cevdet Paşa'nın meşhur ‘‘Tarih-i Cevdet’’inin 11. cildinin 15. sayfasından itibaren sözü edilen İstanbul'a getiriliş öyküsünün günümüz Türkçesi'yle özeti...
‘‘...Mısır'dan İstanbul'a gönderilen Abdullah bin Suud'la adamlarını taşıyan gemi Haliç'e girdi ve Eyüpsultan yakınlarındaki Defterdar İskelesi'ne yanaştı.
...Abdullah'la adamlarının boyunlarına çifte zincir vurulmuştu. Divanyolu'ndan geçirilip Babıali'ye getirildiler ve sadrazamın huzuruna çıkartıldılar. Sadrazam, Abdullah'ı Mısır'dan getiren kapı kethüdasına, tatar ağasına, geminin kaptanına ve diğer görevlilere samur kürkler hediye etti ve her birine ömür boyu gelir bağladı.
Abdullah'la adamları Bostancıbaşı'nın hapishanesine gönderilip Mekke'yle Medine'den çaldıkları malların ortaya çıkartılması için üç gün boyunca sorguya çekildiler. Hünkár, o gün yapılan cirit ve mızrak oyunlarını seyretmek için eski saraya gitmişti. Abdullah'ı da adamlarıyla beraber eski saraya götürüp huzura çıkardılar. Hünkár mahkûmları bir müddet seyrettikten sonra idamlarını emretti.
Sorguları sırasında Mekke'yle Medine'den ve Hazreti Hüseyin'in türbesinden çaldıkları bazı mallar hakkında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın hapsettiği öteki adamlarının bilgi sahibi olduklarını söylemişlerdi. Bu konuda Mısır'a gerekli yazılar yazıldı. Daha sonra kahvecibaşı Mehmed Ali Paşa'yla oğlu İbrahim Paşa'ya kılıç, kalkan ve ödül fermanları götürdü...’’
Paylaş