Murat Bardakçı: Osmanlı jigolonun poposunu dağlardı

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Hayat kadınlarına uygulanan prosedürün bundan böyle jigololara da aynen uygulanacağını öğrenince ‘‘Jigololarımız dünyaya iyi ki bu devirde gelmişler, birkaç asır önce yaşamamışlar’’ diye düşündüm. Zira mesleklerini 16. veya 17. asırda icra etmiş olsalar en iyi ihtimalle kalçalarından dağlanacak, kötü ihtimalle de kellelerinden olacaklardı. İşte o uygulamalardan birkaç

örnek ve tarihimizin ilk belgeli jigoloları...

Emniyet karar vermiş, hayat kadınlarına uygulanan prosedür ve yapılan sağlık kontrolleri bundan böyle aynen jigololara da uygulanacakmış. Yani jigolo bırakın iş üstünde yakalanmasını, müşteri beklerken bile farkedilse hanım meslekdaşlarına yapıldığı gibi önce zührevi hastalıklar hastahanesine yollanıp iyice bir muayeneden geçirilecek, sonra da vesikaya bağlanacakmış.

Gazetelerde bu konuda çıkan haberleri okuyunca jigololar için ‘‘Dünyaya iyi ki bu devirde gelmişler, birkaç asır önce yaşamamışlar’’ diye düşündüm. Zira çağa ayak uydurup artık internet vasıtasıyla bile müşteri bulabilen erkek fahişelerimiz işlerinin zorluğu bir yana, mesleklerini 16. veya 17. asırda icra etmiş olsalar en iyi ihtimalle kalçalarından dağlanacak, kötü ihtimalle de kellelerinden olacaklardı.

İşte, o devirdeki uygulamalardan belgeli bir örnek:

17. asır İstanbul'unda ‘‘müşteriye çıkan’’ erkeklere ‘‘hîz oğlanı’’ denirdi ve müşterinin erkek veya kadın olması, yani girilen ilişkinin cinsi o devrin idarecileri için farketmezdi. Bu işten hayatını kazanan erkekler ‘‘defter-i hîzán’’ (hîzler defteri) denilen kütüğe kaydedilir ama bu kaydetme sadece hokka ve kalemle olmaz, ‘‘hîz’’in vücudunda da silinmesi imkánsız bir işaret bırakılır, kalçası kızgın demirle dağlanırdı.

Bir delikanlının hem deftere kaydedildiğini, hem de damgalandığını ‘‘şerefli adını deftere kaydedip rezil etmekle ve altın gibi kıymetli olan ismini bakıra çıkarmakla kalmayıp baldırına da hîz oğlanıdır damgasını dahi bastı’’ sözleriyle anlatan yanda gördüğünüz Osmanlıca metin bu kuralın 17. yüzyıldaki uygulanmasından bahseden ve şu anda bende bulunan bir elyazmasından alındı.

Bu bizim tarihimiz

Geçmişin jigoloları için ‘‘kötü’’ olan ihtimali yani canlarından olmaları bahsini merak ediyorsanız yandaki kutuyu okuyun. Ama önceden küçük bir hatırlatma yapayım: Dağlama yahut can alma gibi bugün vahşet sayılan bahisleri okuduktan sonra bazı çevrelerin kapıldığı hislere kapılmayın, ‘‘Geçmişimize hakaret ediliyor’’ diye düşünmeyin. Tarih yorumundaki temel kuralın, olayların meydana geldikleri çağın şartlarına göre değerlendirilmesi olduğunu unutmayın ve Türkiye'de bu yazdıklarımın yaşandığı devirlerde Avrupa'nın insanları diri diri yaktığını da hatırınızdan çıkartmayın.

İlk müseccel jigolomuz Üsküplü genç bir háfızdı

Türkiye'nin ilk jigololarının bahsi Topkapı Sarayı Arşivi'ndeki E.5801 numaralı belgede geçiyor. İşte, 16. yüzyılın ilk çeyreğinden kalan ve zamanın hükümdarı Yavuz Selim'e hitaben raporla dilekçe arasında bir üslupta kaleme alınan belgenin günümüz Türkçesiyle özeti ve mesleğin öncülerinin kısa öyküsü:

Rumeli taraflarında sancakbeyi olan Bálî Bey, Yavuz Selim zamanının önde gelen akıncılarındandır ve kahramanlığıyla bir hayli meşhurdur.

Ama karısından yana çok ama çok dertlidir... Büyük bir servete sahip olan kadın varını-yoğunu genç erkeklerle yemekte, çıkan dedikodulara, hakkında anlatılanlara aldırış bile etmemektedir.

Bali Bey Semendire'dedir ama karısı Üsküp'te kalmakta ve bir delikanlıyla yaşamaktadır. Günün birinde dedikodular haddi aşar, kadının evi basılır, sevgilisiyle beraber o zamanın tabiriyle ‘‘aradan kılıç geçmeyecek’’ vaziyette yakalanır ve kadının önüne çıkartılır.

Falakaya yıkılan delikanlı daha ilk sopanın inmesiyle ‘‘Ama bana hem para veriyor hem şık elbiseler alıyordu...’’ deyiverir. Bu sözleriyle bilinen ilk jigolomuz, hatta Fransızlar'ın deyimiyle ‘‘gigolo de robe’’ yani ‘‘giyim kuşam jigolosu’’ olarak tarihlere geçer.

Ama ortaya dökülen marifetler Bali Bey'in mahkemeyi takip eden siláh arkadaşlarından birinin kanına dokunur, kılıcını çeker ve önce relikanlıyı biçiverir, sonra işe karışan altı kişiyi daha kadı efendinin gözleri önünde doğrar.

Mahkeme mezbahaya dönmüş ama kadı millî bir kahramanın karısı hakkında karar vermekten kurtulmuştur. Geçici bir tedbir alır ve kadını bir Üsküplü'nün konağına kapatır. Kadın, kocası savaştan dönene kadar orada yaşayacaktır.

Ama asıl rezalet bundan sonra patlar:

Bali Bey'in karısı kaçıp Istanbul'a gelir. Parası ve pulu boldur, hemen bir konağa yerleşir ve kendisine bir başka sevgili bulur: Dellákoğlu adında genç bir hafız... Üstelik háfızdan bir de bebek peydahlar.

İş bu defa Istanbul kadılarından birinin önüne gelir. Kadı háfızı temiz bir meydan dayağı çektirir. Kellesinin derdine düşen genç kadını da, yeni doğmuş çocuğunu da unutur, Edirne'ye gider. Kadıdan kurtulmuş ama Edirne'yi kasıp kavuran sıtmanın eline düşmüştür. Birkaç gün sonra ölür, gider...

Bali Bey'in karısı, artık zıvanadan çıkmıştır. Edirne'ye gidip háfızın mezarını ziyaret eder, hattá ziyaret etmekle de kalmayıp mezarı açtırır ve cesedi saatlerce seyreder. Sonra İstanbul'a döner, bu defa da háfızın Bakı ismindeki kardeşiyle beraber yaşamaya başlar.

Bu rezaletlerin artık bir son bulmasını isteyenler hadiseyi zamanın padişahı Yavuz Selim'e rapor ederler. Raporda konu ayrıntılarıyla anlatılmakta, ‘‘...Karının Kemerveş adlı bir cariyesi vardır ve Ferayet adlı bir çerkez kulu vardır. İshak adında bir de adamı vardır ve pezevenklik edenler işte bunlardır’’ gibisinden ifadelerle işin içinde bulunan herkesin ismi geçmektedir.

Yavuz Selim'e hitaben kaleme alınan bu belgede anlatılanları, Çağatay Uluçay'ın 1956'daki bir yayınından naklettim. Hükümdarın işi öğrendikten sonra ne yaptığını, ne karar verdiğini şimdilik bilmiyoruz, zira saray arşivinden bu konuda bir belge henüz çıkmadı. Üsküplü delikanlının ve İstanbullu háfızla kardeşinin durumu ise ziyadesiyle sağlam: Tarihimizin bilinen ilk jigoloları olarak hatıraları asırlardan beri dimdik ayakta!..

Merzifonlu’yu getirelim derken annesini çaldırdık

Merzifonlular'ın senelerden öncesinden gelen bir çabaları vardı: Yetiştirdikleri en meşhur devlet adamı olan ve 1683'te kuşattığı Viyana'nın önünde bozguna uğrayınca kellesi kesilen Kara Mustafa Paşa'nın Avrupa'nın dört bir yanına dağılmış eşyalarını, hatta ona ait olduğu iddia edilen birkaç parça kemiği Merzifon'a getirtebilmek...

Bu iş için bilimsel toplantılar yaptılar, sempozyumlar düzenlediler, Paşa'nın tarihteki rolünü ve hatırasını gündemde tutmaya çalıştılar.

Derken, Paşa'nın önemini birdenbire başkaları da farkediverdi: Mezar soyguncuları... Merzifonlu'nun mezarı belli değildi ama annesi Abide Hatun'unki biliniyordu ve hemen onunla ilgilendiler. Abide Hatun'un Marınca köyündeki yüzlerce kiloluk koskoca mermer sandukası geçenlerde yokoluverdi. Tek parça mermerden yontulmuştu, üzerinde servi motifleri vardı ve zamanının orijinal örneklerinden biri olduğu için hayli para ederdi.

Kara Mustafa Paşa'nın meraklıları bu kadarla yetinmediler, Abide Hatun'un mermer sandukasının tek başına kalmasına gönülleri razı olmadığından bu defa o civarda bulunan bir başka eseri, Künbet Hatun'un yine yüzlerce kiloluk mermer sandukasını yürütüverdiler.

Sandukaların çalındığı her iki türbenin mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne aitti ve elhááák çok iyi korunmuşlardı!

Mezartaşı, láhit ve sanduka meraklısı çatlak kolleksiyonculara bugün kimbilir hangi mekánlarda pazarlanmakta olan sandukaları şimdi Amasya Emniyet Müdürlüğü'nden İnterpol'e, sahil güvenlikten jandarmaya kadar birçok makam Türkiye'nin içinde ve dışında hemen her yerde arıyor ve ben 19. asrın meşhur hicivcisi Eşref'in bir beytini hatırlıyorum: ‘‘İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı’’.

Yazarın Tüm Yazıları