Paylaş
İkinci Bayezid ‘İtina edin, adamı konuşturmadan öldürmeyin’ diyordu
Haftanın gündeminde işkence konusu vardı. İşkencecilere verilecek cezalar uzun uzun tartışıldı ve ben bu tartışmaları son derece olağan karşıladım. Zira eski kanunlarımızın meşru saydığı işkence asırlar boyunca hukukumuzun ve günlük hayatımızın ayrılmaz parçası olmuştu. Dolayısıyla işkencecilere verilecek cezaları arttırırken aslında eski bir ádetimizi terketmeye çalışıyorduk ve geleneklerden vazgeçmek zor işti.
Haftayı tahkimle, Erbakan'ın dönüşüyle ve işkence tartışmalarıyla geçirdik. Gazetelerin manşetlerinden meclis komisyonlarına, İçişleri Bakanlığı'nın ‘‘Polisimiz ekşi mekşi ama bizim bağın üzümü bu’’ diyen müsteşar yardımcısından 'İşkenceci polisin çoluk çocuğuna acıyın' feryatları eden emniyetçiye kadar hemen herkesin ve heryerin gündeminde işkence vardı.
Ben bu tartışmaları son derece olağan karşıladım. Zira işkencenin adlî geleneğimizde oldukça eski bir geçmişi olduğunu biliyordum ve vakti zamanında kanunlarımıza kadar girip meşrulaştığını, hem hukukun hem de günlük hayatın ayrılmaz parçası sayıldığını hatırladım. Bazı bürokratlarla milletvekillerinin işkenceyi bir ‘‘çare’’ olarak görmelerini işte bu geleneğimize bağladım ve ‘‘asırlar öncesinden gelen ádetleri terketmek zor olur’’ diye düşündüm.
İşte, işkence maceramızın kısa öyküsü:
Günlük hayatta dayak ve adalet sisteminde işkence, geçmişte hemen bütün memleketlerde olduğu gibi Osmanlı'da da sıradan bir uygulamadır. Meşhur ‘‘falaka’’ bu işin en hafifidir ve zanlıların ifadesi asırlar boyunca falakanın her çeşidinden başlayıp tırnak ve diş sökmeye, vücudu demirden keselerle keselemeye kadar birçok değişik metodla alınmıştır. En ciddî tarih kitaplarında ‘‘Filáncaya işkencenin her çeşidini tatbik ettiler ama herif ağzını açmadı, gık bile demedi’’ gibisinden ifadelere yahut ‘‘Azledilmiş olan Paşa işkenceye alınır alınmaz bülbül gibi şakıdı ve binlerce altunun yerini hemen söyleyiverdi’’ şeklindeki cümlelere sık rastlanır. Üstelik bu yapılanlar o zamana göre yasal bir iştir, zira eski kanunlarımız işkenceyi meşru hale getirmiş, uygulamada kadın-erkek ayırımı yapılmamış ve işkenceyle eziyet hem soruşturma, hem de infaz vasıtası olarak kullanılmıştır.
Bu sayfada birkaç ‘‘hafif işkence’’ gravürü yeralıyor. Orijinalleri şimdi Almanya'yla Avusturya'daki kitaplıklarda saklanan bu gravürleri ben Prof. Metin And'ın yıllar önce yayınladığı bir kitaptan aldım. Aslına uygun olarak çizildikleri söylenen gravürlere ve özellikle o zamanın kolluk kuvvetlerinin yüzlerindeki ifadeye dikkatle bakın, sonra bazı kişilerin bugünün polisinden bahsederken ‘‘Bizim bağın üzümü bu’’ demelerinin sırrını çözmeye çalışın.
Ve bu yazdıklarımı okuduktan sonra ‘‘Osmanlı işte böyle zalim, böyle gaddar ve böyle eli kanlıymış’’ diye düşüneceklerinden yahut ‘‘Bu adam geçmişimize hakaret ediyor’’ diyeceklerinden emin olduğum zeváta peşin bir hatırlatma: Tarihteki olaylar bu zamanın değil, yaşandıkları dönemin şartlarına göre değerlendirilirler. Dolayısıyla Osmanlı'da yapılmış olan işkenceleri bugünün insan hakları kavramlarıyla yorumlamak hatadır. Kaldı ki işkence o dönemde sadece bizde değil, hemen bütün batı memleketlerinde özel kanunlarla meşrulaştırılmış sıradan bir uygulamadır.
Avrupa'nın tepesine asırlar boyu çöreklenmiş olan engizisyon belásı unutulmasın...
İşte işkencenin kanunu
Işte, işkence geleneğimizi yansıtan tarihî bir belge: İkinci Bayezid'in 15. yüzyıl sonlarında yayınladığı ‘‘Kanun-name’’nin işkenceyle ilgili maddeleri... Hükümdar ‘‘Sabıkalı hırsızın suçunu işkenceyle itiraf ettirin ama bu işi itinalı yapın ve adamı itiraftan önce sakın haaa öldürmeyin’’ buyuruyor.
İşkenceyi yasal soruşturma metodu haline getiren ilk devlet adamımız, Fatih'in oğlu İkinci Bayezid'di. Hükümdarın 15. yüzyılın sonunda çıkarttığı ‘‘Umumi Kanunname’’de işkencenin hangi durumlarda ve kimlere yapılacağı ayrıntılarıyla yazılıydı. Bu maddeler o tarihten başlayıp işkencenin 1826'da Tanzimat Fermanı'yla yasaklanmasına kadar geçen 300 küsur sene boyunca çıkartılan hemen bütün yasal metinlere kaynaklık etti.
İşkence bahsi, İkinci Bayezid Kanunnamesi'nde 32. maddeden itibaren sık sık geçiyor. Hükümdar, 32. maddede bugünün Türkçesiyle ‘‘Bir kimsenin elinde veya evinde çalıntı bir eşya bulunduğu taktirde, eşya o kişi tarafından satın alınmışsa satanı bulduralar. Bulamazsa ve daha önce de hırsızlıkla suçlandıysa bulup kadıya götürene veya bir başka yerde bulduğunu ispat edene kadar işkence yapalar. Ama suçunun sabit olmadan evvel ölmemesi için işkencede ihtiyatlı davranalar ve işkencede ölenin dosyası kapatıla’’ buyuruyor. Yani bir yandan işkenceyi meşrulaştırırken bir yandan da soruşturmanın çıkmaza girmesi ihtimalini bertaraf etmeye çalışıyor ‘‘İşinizi usturuplu yapın, itina gösterin ve adamı konuşturmadan, suçu ispat edilmeden öldürmeye kalkmayın’’ diyor.
İkinci Bayezid, ‘‘İfadem işkence altında alınmıştı’’ gibisinden kadıya sonradan yapılabilecek itirazları önlemenin de yolunu gösteriyor. Aynı kanunun 39. maddesinde ‘‘Hırsız taife işkence sırasında suçunu itiraf etse ve deliller de o yönde olsa, itiraf geçerlidir’’ diyor, yani işkenceyle alınan ifadelerin reddedilemeyeceğini söylüyor. Hemen arkasından gelen 40. maddede ise suç ortaklarına da işkence yapılmasını emrediyor: ‘‘Yakalanan ve suçu sabit olan hırsız bir başkasıyla beraber çalıştığını söylerse ve suça ortak olduğu iddia edilen kişi başıboş bir serseriyse yahut sabıkası varsa o da işkenceye alına. Ama sabıkalı değilse hırsızın iddiası üzerine işkence edilmeye’’.
Ben, Kanunname'nin bu köşede gördüğünüz tıpkıbasım fotoğrafını son haftalarda bir TV'den ötekine koşuşturup Osmanlı'nın nasıl bir ‘‘din devleti’’ olduğunu ispata çalışan bir profesörün ‘‘Osmanlı Kanunnameleri’’ isimli yayınından aldım. Ama bugünün harflerine ve diline kendim aktardım, zira profesörün yayını hem okuma hem de Türkçeleştirme hatalarıyla doluydu. Bu arada elyazması metnin hemen altında ‘‘kitap yaprağı’’ mánásına gelen ‘‘folio’’ sözünün kısaltılmışı olan ‘‘fol.’’ ifadesiniun Látin harfleriyle yazılması ve hemem yanında bir sayının gelmesi dikkatimi çekti. Kimsenin günahını almayayım ama, kanunnamenin fotoğrafları bana Konya'daki Koyunoğlu Kütüphanesi'ndeki orijinal elyazmasından çekilmemiş, vaktiyle Türkiye dışında yapılmış olan bir yayından makaslanmış gibi geliyor. Bilmem yanılıyor muyum?
Paylaş