Paylaş
Eski devirlerde yabancı ülkelere giden ressamlar sanatın yanısıra bir başka kaygı daha taşırlardı: Gittikleri ülkenin görüntülerinin yanısıra yollarını, askerlerini ve günlük hayatını da resmetmek. Bu çizimleri daha sonra kendi hükümdarlarına resimli bir rapor halinde sunarlardı. İşte bu çalışmalardan biri: Polonyalı bir ressamın kralı için yaptığı namaz çizimleri...
Fotoğrafın olmadığı eski devirlerde, fotoğraf makinasının görevini ressamlar yapardı. Ama o zamanların ressmaları sadece sanat için değil, vatandaşı oldukları devletin güvenliğinin sağlanmasına, haberalma örgütlerinin bilgilenmesine de hizmet ederlerdi.
Meselá bir memleketin hükümdarı bir başka memlekete elçilik heyeti gönderdiğinde, heyette genellikle bir veya birkaç ressam bulunur, bunlar gezilip görülen yerleri resmederler, bu resimlerin sanat kaygısından ziyade en ince ayrıntılar göstermesine dikkat edilir ve dönüşte hükümdara yahut istihbaratla ilgili makama bir albüm halinde sunulurlardı.
Türkiye'ye son birkaç asır boyunca gelen ve sanat tarihinde 'Oryantalist' denilen ressamların bir kısmı bu işle görevlendirilmiş sanatçılardı. Sanat çizimlerinin yanısıra şehirlerin değişik görüntülerini, yolları, askerleri ve günlük hayatı da resmederlerdi.
Namazı konu alan ve bu sayfada gördüğünüz 23 hareketi gösteren çizimin de bu eserlerden biri olduğu tahmin ediliyor. Namazın bütün ayrıntılarını anlatan çizim şimdi Polonya'da, Varşova Üniversitesi Kütüphanesi'nin Kraliyet Kolleksiyonu'nda saklanıyor. Sultanahmet'teki Türk-İslam Eserleri Müzesi'nde geçen sene açılan 'Savaş ve Barış' sergisine de getirilen namaz çizimin fotoğrafını, sergi için hazırlanan katalogdan aldım.
Polonya'daki kitaplıkta namazın yanısıra abdestin de çizgiromanı var, onu da yarın göreceksiniz.
Hayır Hakkı Bey! 'Takiye'
değil, 'takiyye' denir
Fakirinizin ramazan sayfası üstád-ı meáli ve'l-kirám, sáhibu's-seyf ve'l-kalem (bu, eskilerin eli kalem tutan büyükler için kullandıkları bir tabirdir) Hakkı Devrim'in köşesinde on gün içerisinde iki defa yer aldı. Hakkı Bey ilk yazısında, sağolsun, takdir ettiğini ve 'Çadır'ın senelerden beri yapılmış en güzel ramazan sayfası olduğunu söylüyordu.
İkinci nasibimi, 'Dil Yáresi'nden aldım. Hakkı Devrim, geçen gün Abdülbaki Gölpınarlı'dan naklettiğim 'takiyye' bahsinden sözediyor, 'Ben, 'takiye' yazmalıyız diyorum. Rahmetli Hoca'ya saygısından mıdır, yoksa ben mi yanlışta ısrar ediyorum, doğrusu yeniden tereddüde düştüm' diye yazıyordu, Yani 'takiyye' yanlış, 'takiye' doğruydu.
Hakkı Bey'in aylar önce başlattığı bu 'takiyye mi, takiye mi?' tartışmasına artık bir nokta koymam ve kelimenin nereden geldiği, aslının ne olduğu ve nasıl yazılması gerektiği konusunu anlatmam gerekiyor.
Kelime, Arapça'da 'korumak', 'gözetmek' demek olan ve 'vav-kaf-ye' harfleriyle yazılan 'vakka' kökünden gelir. Bu kökten 'vikaye' (koruma), 'takva' (Allah'dan korkmak), 'taki' (günahtan çekinen), 'muttakin' (sofu, imanlı) ve 'tevakka' (birisine karşı korumak) gibi birçok kelime türemiştir. 'Et-takiyyetu' mastarı da bunlardan biridir ve 'takiyye' bu mastarın başındaki 'et' harf-i tarifiyle yani sondaki noktalı 'he' ile yazılıp 'tu' okunan kısım kalktığında yani mastar 'muhaffef' olduğunda ortaya çıkan şekildir. 'Et-takiyyetu' veya sadece 'takiyye' sözü korku, ihtiyat ve basiret demek olduğu gibi 'inancını gizleme' mánasına da gelir.
Biraz karışık ve azıcık da ilmi oldu ama başka türlü açıklayamazdım. Anlayacağınız, 'takiyye'nin 'y'sinin tek mi yoksa çift mi olduğu konusunda uzun uzun fikir yürütmeye hiç lüzum yoktur ve merak edenler Müncid, Okyanus, Mevárid gibi profesyonel seviyedeki herhangi bir Arapça sözlüğe bakabilirler. Buradaki fotoğrafta da bunlardan biri, Firuzábádi'nin meşhur 'Kamus-ı Okyanus'unun takiyye maddesi görülmektedir.
Bir başka ifadeyle, 'takiyye' diye yazmakla ne bendeniz ne de -háşá- Abdülbaki Hoca hata yapmışızdır, aziz u muazzez Hakkı Bey, yanlışta ısrar buyurmaktadırlar.
Fatih zeytunesi
Bu yemeğin Fatih Sultan Mehmed'din mutfağından kalmış olduğu rivayet edilir. Kuzu incikleri üç gün boyunca soğukta ve sarımsaklı zeytinyağında bekletildikten sonra bir bakır tencereye yerleştirilir. Üzeri çekirdekleri çıkartılmış tuzsuz siyah zeytinle ve 'dibek lálesi' denilen küçük cins sovanla kaplanır, su iláve edilir ve orta ateşte dağılıncaya kadar kaynatılır. Suyu tamamen süzülür ve tenceredekilerin tamamı kızgın saç üzerinde kavruama kavururken kurumamalarına dikkat edilir.
Paylaş