Paylaş
Elektriğin olmadığı ve aydınlatmanın mumla sağlandığı devirlerde mum sıkıntısı başgösterse ne olurdu dersiniz? Medrese öğrencileri 'ders çalışamıyoruz' diye ayaklanır ama iş döner dolaşır ve zamanın şeyhülislamının başına patlardı.
İşte, eski zamanlardan bir 'enerji krizi' öyküsü...
İstanbul'da eski devirlerde çıkan isyanlardan bahsedildiği zaman akla ilk gelenler yeniçerilerin 'kazan kaldırma' denilen ayaklanmalarıdır ama isyan sadece yeniçerilere mahsus değildir ve başkaları da vardır: Öğrenciler, yahut o zamanlarda söylenen şekliyle 'suhteler'...
Osmanlı zamanındaki öğrenci ayaklanmaları yönetimin başını sık sık ağrıtmış, iş bazen tatlılıkla halledilmiş ama bazen sert tedbirler almak, öğrencileri karga tulumba edip imparatorluğun en ücra köşelerine yollamak zorunda kalınmıştır. Fakat, İstanbul hiçbir zaman 1818'de yaşanan 'mum isyanı' kadar garip bir ayaklanmaya şahit olmamıştır.
İsyan, hemen her köşesinde bir medresenin bulunduğu Fatih'te çıkar. Havanın kararmasına yakın bir saatte bakkala giden bir medrese talebesi iki adet mum ister. Bakkal tek bir mum verebileceğini söyler ve 'Eşkıya Rumeli'de yolları kesti, İstanbul'a günlerdir yağ ve mum gelmiyor, bir taneden fazla veremem' der. Der ama öğrenci anlamaz, 'Şimdi imtihan zamanı' deyip ısrar eder, iş karşılıklı bağırıp çağırışmaya döner ve neticede bakkal öğrenciden bir güzel sopa yer.
Haykırışları duyan bir grup medrese talebesi soluğu dükkánda alır ve araya girip kavgayı durduracak yerde bakkalın üzerine çullanırlar. İş zaptiyeye, oradan da zamanın şeyhülislamı Zeynelábidin Efendi'ye akseder ve şeyhülislam hadiseye karışan elli kadar öğrenciyi hemen sürgüne yollar.
Ama dedikodu makineleri faaliyete geçmiş, etrafta 'Gençler sürgüne yollanmamış, çuvala konup denize atılmışlar' gibisinden sesler yükselmeye başlamıştır.
Artık İstanbul'daki bütün medreseler ayaktadır. Öğrenciler derslere girmemekte, sabah ezanından yatsıya kadar cami avlularını doldurmakta, 'Şeyhülislam, sürgün emrini geri alsın' demektedirler.
Zeynelabidin Efendi işin şakaya gelir yanı kalmadığını anlar ve sürgüne yolladığı öğrencileri affeder. Hiddetlenme sırası bu defa zamanın hükümdarı İkinci Mahmud'dadır: 'Ne biçim şeyhülislam bu?' buyurur hükümdar... 'Verdiği kararda sebat edemiyor' der ve Zeynelabidin Efendi'yi azlediverir.
O zamanlarda şeyhülislamın azledildiğini halka duyurmanın garip bir yolu vardır: Süleymaniye'deki 'Meşihat Dairesi'nin yani şeyhülislamlık makamının bulunduğu binanın kapısında asılı duran fenerin söndürülmesi...
Azil emrini alınca makamını terkedip evine gitmek üzere binadan çıkan Zeynelabidin Efendi artık fenerin yanmadığını görecek, 'Talebenin mumu, bizim feneri söndürdü yahu!' diyecek ve bu söz tarihlere geçecektir.
Mehmed Şefik Bey
Önceleri hocası Kazasker Mustafa İzzet'in yolundan giderken daha sonraları Mustafa Rakım'ın tavrına dönen Mehmed Şefik Bey, 1820 ile 1880 yılları arasında yaşadı.
Sultan Abdülmecid'in Sakız adasında yaptırdığı camiin levhalarını yazdı ve Bursa'da 1854 depreminde harab olan Ulucami'nin duvarlarında eskiden yazılmış olan yazıların tamirini de o yaptı. Üç buçuk yıl boyunca Bursa'da kalan sanatkár, eski yazıları tamamen tamir etti ve cami için yeni başka yazılar da hazırladı.
Şimdi İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan eski Harbiye Nezareti'nin dış kapısı üzerindeki 'Daire-i Umur-ı Askerriyye' yazısı, bu yazının iki yanında yeralan Fetih Suresi'nin ayetleri ve kapının iç tarafındaki celi sülüs yazılar Mehmed Şefik Bey'in, bu yazıların ortasındaki dört satırlık celi talikler ise Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nindir.
İnsan, iradesinin hákimidir
'İrade' ve 'ihtiyar' kavramları, insanların yaptıkları işleri Tanrı'nın isteğiyle mi, yoksa kendi başlarına mı yerine getirdikleri tartışmasının temelini oluşturur. Bu tartışma İslamiyet'in eski dönemlerinden beri devam edegelmektedir ve her mezhebin yorumu farklıdır.
İnsanların yaptıkları işleri Tanrı'nın isteğiyle mi, yoksa kendi başlarına mı yerine getirdikleri meselesi, İslamiyet'in eski dönemlerinden beri tartışılan bir konudur. 'İrade' ve 'ihtiyar' kavramları da, işte bu tartışmada yer alırlar.
'İhtiyar' sözü, insanın iradesi anlamında kullanılır. İnsanlar irade ve ihtiyarları ile her hangi bir işi yapıp yapmamakta serbesttirler ve sorumlu olabilmeleri için bu ihtiyar ve iradeye sahip olmaları şarttır. İnsanoğlunun iradesi Tanrı'nın iradesinin yanında cüz'i yazi az miktarda kaldığından buna 'cüz'i irade' de denir.
Yapılan işte Tanrı'nın dilek ve isteğinin olup olmaması hususunda İslam mezhepleri ayrı ayrı fikirler ileri sürer ve yine birbirinden farklı şekilde hüküm verirler:
Sünniler'e göre kul işi yapar, iradesini o işe sarf eder, Tanrı da o işi halk eder yani yaratır. Mu'tezile'ye göre ise kul gerek iyi gerek kötü her işi kendi iradesiyle yapar. Tanrı'nın bu işi yaptırma hususunda hiçbir tesiri yoktur, ancak önceden kulun ne yapacağım bilir fakat bu bilgisi kula o işi yaptırmamak şeklinde tecelli etmez. Şiiler'e göre ise kul, işi kendi iradesi, Tanrı'nın kuvveti yani kendisine verdiği güç ve irade ile yapar. Kulun yapacağı işi Tanrı önceden bilir fakat bu bilgiyi kulu o işi yapmaktan vazgeçirmeye kullanmaz. Kul, bu durumda o işi Tanrı'nın kudretinin dışında yapmış sayılamaz.
Sufiler ise 'cüz'i irade'yi, 'külli irade'nin yani Tanrı'nın iradesinin zuhuru olarak bildiklerinden kuldaki ihtiyarı tamamen reddederler. Aslında, sufilere göre kul zaten yoktur, 'halk', yani álem, Tanrı'nın zuhurundan ibarettir.
Balık turşusu
Yeteri kadar levrek balığı temizlenip doğrandıktan sonra, tuzlanarak zeytinyağında pişirilir. On dirhem tarçın, bir dirhem karanfil ve kakule ince döğülüp elekten geçirilir (Bir dirmeh, 3,2 gramdır). Defne, mersin, taze limon ve turunç yaprağı, birkaç parça sarımsak, çam fıstığı, kuşüzümü ve siyah biber hazır edilir. Bir toprak tencereye yapraklar kat kat döşenir, balıklar bunun üzerine dizilir. Hepsinin üzerine de döğülmüş baharatlardan ekilir, üzüm, fıstık ve biber serpilir. Yeniden yaprak, balık ve diğerleri konur. Sirke, safran suyu ve az miktarda bal kaynatılıp balıkların üzeri örtülünceye kadar dökülür. Taş ile bastırılıp kapatılır, birkaç gün böylece tutulur. Kış günlerinde bir ay, yazları yirmi gün boyunca bozulmadan durur.
Paylaş