Murat Bardakçı: Masada yediğimiz ilk yemeğin resmidir

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Biz, Tanzimat dönemine kadar yemeklerimizi hep eski usulde, yerde yedik. Masa ve çatal kavramları günlük hayatımıza 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra girdi. Arada yabancılar için bazı istisnalar yapıldığı olurdu. İşte bunlardan biri: 1628'de İstanbul'a gelen Avusturya elçisi için Topkapı Sarayı'nda verilen ziyafet. Sinilerin altına küçük ayaklar konulmuş, yabancı misafirler sandalyeyi andıran alçak taburelere buyur edilmişler ama önlerinde tabak yok, eski usul karavanaya kaşık sallanıyor.

Biz, Şark dünyasının hemen her yerinde olduğu gibi yemeklerimizi tarih boyunca hep yerde yedik. Yerlere 'sofra' denilen şık örtüler serer, bunların üzerine siniler koyar, yemekleri sinilere dizer ve etrafında diz çöküp áfiyetle yerdik. Sinilerin süslemesi ve kalitesi ev sahibinin mali gücüne göre değişirdi.

Bu ádet 19. asrın ortalarına, Tanzimat dönemine kadar yüzyıllar boyunca hiç değişmeden devam etti. Saraylısı da, sıradan halkı da yemeklerini hep aynı şekilde, yerde yerlerdi. Derken Tanzimat ilán edildi ve Avrupalılaşmaya başladık. Artık ev eşyaları da değişmiş, minderin yerini sandalye almış, çatal günlük hayata girmişve yemeklerin artık masada yenmesine başlanmıştı.

Hükümdarlar ise yemeklerini tek başlarına yerlerdi ve bu protokolün de gereğiydi. Bu gelenek 1850'lerde, Abdülmecid zamanında bozuldu. Rus Çarı'nın kardeşi Konstantin Kudüs'ü ziyaretten dönerken Istanbul'a uğramıştı. Padişah Küçüksu kasrında Konstantin'le aynı masada 'kuşluk taamı' etti. Gerçi babası İkinci Mahmud Avusturya imparatorunun kardeşi Istanbul'a geldiği zaman sarayda ziyafet vermişti ama masaya oturmamıştı. Misafirle beraber sofraya geçip geçmeyeceği sorulduğu zaman 'Ben Avrupa ile olan münasebetleri sarayda ziyafet vermeye kadar getirdim. Ondan ilerisini benden sonra gelenlere bıraktım' demiş ve bu iş oğlu Abdülmecid'e nasib olmuştu.

Arada bazı istisnalara gidildiği ve saraydaki yemeklerde masa kullanıldığı da oldu ama bu iş sadece yabancılar için yapıldı.

İşte, bilinen ilk istisna: 1628 senesinde, Sultan Dördüncü Murad zamanında İstanbul'a gelen Avusturya elçisi için Topkapı Sarayı'nın hükümet toplantılarına mahsus bölümü olan Kubbealtı'nda verilen ziyafet. Ziyafeti devrin sadrazamı veriyor, sinilerin altına küçük ayaklar konulmuş, yabancı misafirler sandalyeyi andıran alçak taburelere buyur edilmiş ama önlerinde tabak yok, eski usul karavanaya kaşık sallanıyor. Sofraya alınmayan devletin öteki ileri gelenleri ayakta yemeği seyrederlerken zamanın hükümdarı Dördüncü Murad da meraklanmış olacak ki, yukarıdaki kafesin arkasından olup biteni seyrediyor.

Şeyh Hamdullah

Türk hat sanatında klasik ekolün başlatıcısı olan ve hattın en büyük ismi sayılan Şeyh Hamdullah, 1430'lu yıllarda Amasya'da dünyaya geldi. Genç yaşındayken, devrinin tanınmış hattatı olan Hayreddin-i Maraşi'den ders aldı ve kendinden önceki büyük hattatların yazılarını toplayıp onlara bakarak meşketmek suretiyle ilerlemeye başladı.

Hamdullah henüz Amasya'da iken orada valilik etmekte olan Şehzade Bayezid'in dikkatini çekti ve geleceğin padişahına yazı öğretmeye başladı. Şehzade, babası Fatih Sultan Mehmed'in ölümünden sonra Amasya'dan İstanbul'a hükümdar olarak giderken hocası Hamdullah'ı da başkentine davet etti. Artık İstanbul'a yerleşen Hamdullah'ın hayatının ikinci dönemi başlamıştı. Sarayda büyük bir sevgi ve aláka gördü ama devrin padişahı tarafından el üstünde tutulmasına rağmen asla gurura kapılmadı.

İkinci Bayezid'den sonra Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman'ın hükümdarlık dönemlerini de gören Hamdullah, yazmayı çok ileri yaşlarına kadar sürdürdü ve 1520 senesinin sonlarına doğru hayata veda ederek Karacaahmed Mezarlığı'na defnedildi. Kabrinin bulunduğu ve 'Şeyh sofası' denilen yere gömülmek, sonraki hattatlar için bir şeref sayılmıştır.

Hamdullah'ın sanatı, koyduğu estetik kaidelerin kesinliği ile özetlenebilir. O, yazıya yeni matematik ve geometrik ölçüler getirerek eski sertliği tatlı bir görünüme dönüştürdü.

Yazarın Tüm Yazıları