Paylaş
Zamanı ve mekánı gösteren aletlerin yaygın olmadığı devirlerde Kábe'nin yönünü doğru olarak belirleyebilmek için 'kıblenüma' denilen aletler kullanılırdı. Üzerinde basit bir pusulanın, bir ibrenin ve şehir isimlerinin bulunduğu kıblenüma, cep saatlerini andırırdı.
İleri teknolojinin, elektronik aletlerin, telsiz haberleşmesinin, hatta modern saatlerin olmadığı devirlerde namaz vakitlerinin belirlenmesi önemli bir sorundu.
Zamanı gösteren aletlerin yaygın olmadığı o devirlerde zaman tayini güneşin durumuna göre yapılır, yerleşik mekánlarda güneş saatleri kullanılır, güneşin konumuna dayalı başka metodlardan istifade edilir, hem saat hem de namaz vakitleri bu şekilde belirlenir, ezan buna göre okunurdu. Yolda giden kervanlar, ordular ve yerleşim merkezlerinin dışında olanlar namaz vakitlerini hep güneşe vasıtasıyla belirlerlerdi.
O devirlerde zamanın belirlenmesi kadar önemli olan bir başka mesele daha vardı: Kıblenin yönünün doğru olarak bulunması... Bu, özellikle ıssız bölgelerde yalnız başına seyahat edenler için büyük bir gereklilikti.
Din alimleri her ne kadar 'Kıblenin nerede olduğu bilinmiyorsa, yönünü bulabilmek için her türlü çaba gösterilmiş ama gene de belirnememişse, kişi gönlünden geçen bir yönü kıble olarak tayin edip namazını oraya dönerek kılabilir' demişlerse de, inanç sahipleri arasında gene de tatmin olmayanlar vardı.
Dolayısıyla kıbleyi belirleyebilecek bir aracın icadı gerekiyordu ve 'kıblenüma'lar işte bu ihtiyacın giderilmesi için yapıldı. Arapça 'kıble' kelimesinin yanına Farsça 'gösteren' demek olan 'nüma' sözü iláve edildi ve 'kıble gösteren alet' demek olan 'kıblenüma' kavramı ortaya çıktı.
Kıblenümanın temelinde pusula ile güneş saatinin biraraya getirilmesi tekniği yatıyordu. Üzerinde basit bir harita, gene basit bir pusula, bir ibre, alt kısmında da belli başlı şehirlerin isimleri vardı. Şehirler coğrafi konumlarına göre sıralanmışlardı. Kábenin yönü belirleneceği zaman önce pusula ile kuzeyin neresi olduğu bulunur, sonra ibrenin bir ucu içerisinde veya civarında bulunulan şehre getirilir, ibrenin diğer ucunun güneydoğuya düşen Kábe ile yaptığı açı gözönüne alınır, kıblenüma elde sabit tutularak yüz bu açı doğrultusunda güneydoğuya çevrilir ve Kıble bulunmuş olurdu.
Bugün kullanılan Kábe pusulalarının atası olan kıblenümalar, 19. asrın son senelerine kadar rağbet gördü. Özellikle zenginler için yapılmış olanları işçilik bakımından birer sanat şaheseriydi ve şimdi bazı müzelerin saat bölümlerindeki vitrinleri süslüyorlar.
Allah'a sıfat verilebilir mi?
İslamiyet'te Tanrı'ya sıfat verilip verilemeyeceğini tartışan ilk düşünce sistemi, ilk dönem mezheplerden olan Mutezile'dir. Mutezile dini inanışlarda aklı hakim kılıp özellikle de Kur'an'ı ve hadisi akla uydurmaya çalışır ve Tanrı'nın sıfatlarında, irade ve ihtiyar bahislerinde diğer inanç sistemlerinden ayrılır.
Mutezile'ye göre, Tanrı'ya verilen sıfatlar insanların değerlendirilmesine göredir ve Tanrı'ya sıfat yakıştırılamaz. Zira Tanrı bütün sıfatların da yaratıcısı olduğu için böyle bir şey düşünülürse, o sıfatların Tanrı ile aynı mı, yoksa gayrı mı olduğu konusu akla gelir. Eğer aynı ise hem Tanrı sıfatlarla sınırlandırılmış, hem de Tanrı'yı insan şeklinde düşünenlere hak verilmiş olur. Ama bu sıfatlar Tanrı'nın zátından başka ise, bu defa da Tanrı ile ezelden beri mevcut olup olmadıkları sorusu ortaya çıkar. Sıfatlar ezelden beri mevcut iseler, kaç adet sıfat varsa Tanrı'nın da o kadar zátı vardır anlamı çıkar ki, bu küfürdür. Bunun aksi düşünülürse, yani sıfatlar ezelden beri mevcut değillerse, meselá 'kudret' sıfatı sonradan olmuşsa, Tanrı bu sıfatın ortaya çıkmasından önce áciz sayılır.
Dolayısıyla Mutezile'ye göre Tanrı'nın birliği, ancak ona atfedilen sıfatları kaldırmakla mümkündür. Tanrı aynı zamanda görülmezdir, görülebilen bir varlığın bir mekánda olması, cisminin bulunması ve ona bakılabilmesi gerekir ki, bunların hiçbiri Tanrı ile bağdaşmaz. Bu inanışa 'tevhid' derler.
İrade ve ihtiyar konusunda da 'Kul her işi kendi iradesiyle yapar, yaptığı hayırlı işlere Tanrı mükáfat, kötü işlere de ceza verir' derler. Aksi takdirde yani her işi Tanrı yaptırıyorsa mükáfatın ve cezanın mánası kalmayacağı gibi, peygamber yollamanın, kitap göndermenin, hatta aklın bile abes olması lázımgelir. Bu inanışa 'adl' derler. Mutezile, bu iki inanıştan dolayı kendilerine 'Ehlü'l-adli ve't-tevhid' adını vermiştir.
(Abdülbaki Gölpınarlı'nın yayınlanmamış 'Türk Edebiyatı Ansiklopedisi'nin 'İ'tizal' maddesinden).
Kazasker Mustafa İzzet
Türk hat sanatında Mustafa Rákın ile Mahmud Celáleddin ekolleri arasında değişik bir yazı şivesine sahip olan Kazasker Mustafa İzzet İstanbul'da 1801'de doğdu ve yine aynı yerde öldü.
Gençlik yıllarında o da herkes gibi eski üstadlardan Háfız Osman'ın ekolünü takip ediyordu ve döneminin büyük hattatı Mustafa Rákım'dan etkilenmişti. Ama Sultan Abdülmecid'e hat hocası olunca yazısında bir değişiklik meydana geldi. Abdülmecid'in önceki hocası Tahir Efendi bambaşka bir üslûp sahibi olan Mahmud Celáleddin'in öğrencisiydi ve hükümdar Kazasker'den Mahmud Celáleddin üslubunda yazmasını istedi. İşte bu yüzden Kazasker'in yazısında bir dönüş oldu. Gerçi Abdülmecid'in ölümünden sonra yeniden eski tavrına dönmeye çalıştı ise de bunda tam bir başarı elde edemedi ancak Türk yazı tarihinde ayrıbir zevkin sahibi, ayrı bir çeşninin öncüsü oldu.
Çok sayıda levha ve kitabe de yazmış olan Kazasker'in Ayasofya'da bulunan ve her birinin çapı 7,5 metre olan Allah, Muhammed, Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin levhaları İslám dünyasının en büyük yazılarıdır.
Celveti çorbası
Kabuğu soyulmuş patatesler etsuyunda dağılıncaya kadar haşlanır.
Suyu bittikçe önceden hazırlanmış etsuyuyla beslenir. Tencereden çıkartılır, tahta kaşıkla iyice ezilir. Ayrı bir kapta yarım bardak pirinç pelte haline gelinceye kadar yine etsuyuyla kaynatılır, ateşten indirilip havana konur ve dövülerek muhallebi kıvamına getirilir. Patatesle pirinç karıştırılıp kaynamış süte boca edilir. Bir taşım kaynatılır, üzerine kızgın tereyağ dökülüp taze nane veya tarhunotu serpilip sofraya getirilir.
Paylaş