İttihadcı muhtıraları o kadar nazik değildi

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Bugünlerde yeniden gündeme gelen ‘‘ara rejim’’ tartışmaları bana ‘‘muhtıra’’ kavramını ve arşivimde bulunan birkaç eski muhtırayı hatırlattı. ‘‘Hırsız, alçak, namussuz’’ diye başlayan ve ‘‘Hemen istifa et, yoksa canından olursun’’ cümlesiyle biten eski muhtıralar bugünkülerden çok farklıydı...

‘‘Muhtıra’’ sözü Arapça'nın ‘‘hatara’’ kökünden gelir. ‘‘Hatırlatma, unutturmama’’ demektir. Bir anlamı daha vardır muhtıranın: Eski dilde günlük işlerin, masrafların ve hatta sevilen şiirlerin not edildiği kâğıtlara da ‘‘muhtıra’’ denir.

‘‘Muhtıra’’, siyaset sözlüğüne girince akla başka bir kavram getirir: Genellikle ‘‘Bilginize’’ sözüyle nihayet bulan, birkaç paragraftan ibaret olan ama etkileri uzun seneler devam eden çok daha önemli ‘‘hatırlatma notları’’ düşünürüz...

Bizde bu tür ‘‘muhtıra’’ların 90 küsur yıllık bir geçmişi vardır. Yazılış amaçları genellikle aynı kalmış ama üslupları zamanla değişmiş, çağa uymuş, eski benzerlerine oranla daha nazik bir dille kaleme alınır olmuşlardır. İlk muhtıralardaki ‘‘Ahlâksız ve haysiyetsiz herif! Cezanı canından olmakla göreceksin!’’ gibisinden ifadeler zamanla ‘‘Kararlılığımız’’ yahut ‘‘Bilgilerinize’’ şeklinde tek bir kelimeye dönmüştür...

Bugünlerde yeniden gündeme gelen ‘‘ara rejim’’ tartışması, bana her nedense ‘‘muhtıra’’ kavramını hatırlattı ve bugün artık pek bilmediğimiz eski zamanların muhtıralarından bir örnek vereyim dedim...

Yıl 1908'dir. Zamanın hükümdarı Sultan Abdülhamid Rumeli taraflarından gelen baskılara boyun eğmiş ve 32 yıllık bir aradan sonra 23 Temmuz günü Meşrutiyet'i yeniden ilân etmiştir... İpler yavaş yavaş İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin eline geçmeye başlamıştır ve o günlerde adı ‘‘Terakki ve İttihad’’ olan cemiyet 30 küsur senelik mutlakiyet döneminin temizliğinin hazırlığındadır.

İş başından uzaklaştırılacak olanlar arasında Abdülhamid'in yıllardır Bahriye Nazırlığını yani denizcilik bakanlığını yapan Hasan Rami Paşa da vardır. Memlekette birşeylerin değiştiğinin pek farkında olmayan Paşa kendisini destekleyen subayların rütbelerini bir derece yükseltmeye kalkınca, 1908 Temmuz'unun son haftasında güzel bir muhtıra yer: Üzerinde imza bulunmayan ama nereden geldiği apaçık belli olan, ‘‘Ahlâksız, alçak, haysiyyetsiz’’ sözleriyle bezeli şık, zarif bir muhtıra... Yazıda ‘‘İstifanı ver ve canını kurtar’’ denmektedir...

Muhtıra tarihimizin ilk örneklerinden olan belgenin günümüz diline nakledilmiş metnini bu sayfada veriyorum. Hasan Rami Paşa'nın tepkisinin ne olduğunu merak edenler için de kısaca söyleyeyim: Paşa hemen aynı gün bir cevap kaleme alır ve muhtıracılara gönderir. Cevap, ‘‘...Anayasanın ilânına herkesten fazla memnun ve müteşekkir olduğuma namusum üzerine yemin eder ve teminat veririm. Milletin rahatı ve yükselmesi uğrunda yaptığınız mübarek çalışmaları kutsayıp başarılarınızın devamına dua ederek Bahriye Nazırlığından istifamı hemen verdim’’ cümlesiyle bitmektedir.

Muhtıra dediğin işte böyle olur

İşte, İttihadçılar'ın Bahriye Nazırı yani Denizcilik Bakanı olan Hasan Rami Paşa'ya Meşrutiyet'in ilânından birkaç gün sonra gönderdikleri muhtıra... ‘‘Hırsız, alçak, namussuz’’ diye başlıyor ve ‘‘Hemen istifa et, yoksa canından olursun’’ diye bitiyor... ‘‘Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa'ya Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti, anayasanın ve meşrutiyetin millete ihsan edilişinin üzerinden henüz bir hafta bile geçmeden albay rütbesine kadar olan bütün deniz subaylarının bir derece terfi ettirildiklerini bildiren garip telgrafınızdan haberdar oldu. Terfiler için padişahtan bir de irade çıkartırken bu hareketinizin ne derece delice bir iş olduğunu düşünmek zahmetine katlanmadınız mı? Bu terfilerle aramıza fesat ve nifak ekmek, halkı kanlara boyayarak sefih idarenize devam etmek istiyorsunuz. Ahlâkınızı, hırsızlığınızı, alçaklığınızı ve namussuzluğunuzu zaten bütün cihan bilmektedir. Bu hareketinizle meşrutiyete ve milletin saadetine ne derece düşman olduğunuzu isbat

ettiğiniz için, çevirmek istediğiniz dolaplar feci bir şekilde başınıza ve ailenize dönecektir. Bundan kesinlikle şüphe etmeyin. Millet zalimlerin ve hainlerin cezasını vermekte artık asla tereddüt etmeyecek, yönetimin başında bulunanları namus ve hamiyyet yoluna çevirecek ve sonra yaşatmayacaktır. Allah izin verirse bu sözümüzün ne kadar doğru olduğunu zat-ı devletleri de tecrübe edeceklerdir. Subayları gayrımeşru ve kurallara aykırı şekilde terfi ettirenlere, anayasanın hükümlerini çiğneyenlere lâyık oldukları ceza mutlaka verilecektir. Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin bütün bu yasadışı hareketleri her fedakârlığa katlanarak sona erdireceğine inanınız. Ahlâkınızın ve alçaklığınızın artık düzelmeyecek bir hale geldiğini biliyoruz. Herşeyden önce terfi ettirilen subayların rütbelerini indirirerek terfileri kurallarına göre yapın, sonra da derhal istifa edip o kıymetli makamı kirletmeyin. Hayatınızı devam ettirmenizin başka yolu yoktur!’’

Siz unutabilirsiniz ama biz unutturmayız

Elimden bugüne kadar intihal, yürütme, toparlama, çalıntı, makaslama vesaire cinsinden bir hayli kitap geçti. Ama bunların hiçbiri Türk edebiyat tarihçiliğinin büyük ismi Abdülbaki Gölpınarlı'nın 1958'de yayınladığı meşhur ‘‘Vilâyetname’’nin başına gelenler kadar vahim değildi.

‘‘İntihal’’, malum, eser hırsızlığının kibarcasıdır. Bir başkasının eserinin üzerine oturup kendine maletme, hiç sıkılmadan kendi adıyla yayınlama işine ‘‘intihal’’ denir.

Bu terimi son zamanlarda en sık kullanma şerefi bendenize aitti. Zira intihalin ve intihalcilerin sayısında bir patlama olmuştu. Romancısından müzisyenine, ressamına ve hatta ‘‘ilim adamı’’ olduğunu iddia edenine kadar pekçok kişi oturmuş, vakti zamanında başkalarının göz nuru dökerek verdikleri eserleri, besteleri, hatta resimleri utanmadan almaya, üzerlerine eskilerin deyimiyle ‘‘ism-i nâ-şerif’’ini yazıp yayınlamaya koyulmuşlardı. Onlar yayınlıyor, ben de görebildiklerimi bu köşede ‘‘Bu eser çalıntıdır!’’ diye meşhur ediyordum...

Elimden şimdiye kadar intihal, yürütme, toparlama, çalıntı, makaslama vesaire cinsinden böyle bir hayli kitap geçti. Ama hiçbiri Türk edebiyat ve tasavvuf tarihinin en önemli kaynaklarından biri olan ‘‘Vilâyetname’’nin geçenlerde Fransa'da başına gelenler kadar cür'et eseri değildi!

Vilâyetname, Hacı Bektaş-ı Veli'nin ‘‘manakıb’’ı, yani efsanevi hayatını anlatan asırlar öncesinden kalma bir el yazmasıydı... Şarkiyat tarihinin büyk ismi Abdülbaki Gölpınarlı tarafından bugünün Türkçesi'ne aktarılmış; 1958'de ilâvelerle, açıklayıcı notlarla yayınlanmış, klasik kaynaklardan olmuş ve üstüste baskı yapmıştı...

Metnin dili ‘‘Andan ol erenler, filcümle ol meclisde olanlar ayıtdılar: Ne tedbir itmek gerek, tâ ol er Rum'a girmeye. Eger Rum'a girecek olursa Rum mülkin ol er alub ve ve halkın kendüye muhibbider, ayruk Rum'da bize oyun kalmaz didiler. Ne tedbir idelüm ki anı Rum'a girmeğe komayavuz didiler’’ diyen eski Anadolu Türkçesiydi. Bu ifadeler rahmetli Gölpınarlı'nın akıcı kaleminde ‘‘Erenler 'Ne yapmalı ki?' dediler. 'Rum ülkesine girmesin. Rum ülkesine gelirse ülkeyi o er alır, halkı kendisine muhip eder, artık Rum'da bize oyun kalmaz. Birşeyler yapalım da Rum ülkesine sokmayalım’’ şeklini alıyor, bugünlere uzanıyordu...

Ve Paris'te birkaç ay önce Vilâyetname'nin Fransızcası çıkıverdi. Ama kapakta Abdülbaki Gölpınarlı'nın değil, bir başkasının ismi yazılıydı: Fransa'da yaşayan bir neyzenin, Kudsi Erguner'in ismi... Erguner kendisini ‘‘mütercim’’olarak göstermiş ama kimden neyi çevirdiğini yazmamış, önsözde ve notlarda Gölpınarlı'dan tek kelimeyle olsun bahsetmemişti. Buna karşılık ‘‘eserini’’ her nasıl olduysa Gölpınarlı'ya ithaf buyurmuş, ‘‘Doğu Edebiyatı'nın büyük klasiklerini ve bu arada bu eseri de ortaya çıkartan Profesör Abdülbaki Gölpınarlı'nın hatırasına’’ demek lutfunda bulunmuştu, o kadar...

Eşini-emsâlini bugüne kadar ne gördüğüm ne de işittiğim bu iş hakkında başka yorum yapmayacak, sadece çok önemli bir noktanın altını çizmekle yetineceğim:

Kudsi Erguner, bu ‘‘eseriyle’’ yepyeni bir çığır açmıştır: Önemli isimlerin önemli çalışmalarını tercüme edip kendine maletme ve ‘‘ayıp olmasın’’ diyerek kitabı eserin asıl sahibine ithaf etmenin çığırını...

Müstakbel intihalcilerimiz biraz da buradan buyursunlar!

Osman MUTLU - ESKİŞEHİR: Orhan Şaik Gökyay aramızdan 1994'de ayrıldı. İletişim Yayınları, Gökyay'ın bilimsel yazılarını ve unutulmaz tenkidlerini ‘‘Seçme Makaleler’’ başlığı altında bir seri olarak halinde yayınlıyor. Serinin ikinci kitabı birkaç hafta önce yayınlandı. ‘‘Bu vatan toprağın kara bağrında...’’ diye başlayan şiir Orhan Şaik'in, ‘‘Bayrakları bayrak yapan...’’ ise Midhat Cemal Kuntay'ındır.

Mübeccel SOYUER - ADAPAZARI: Ben, klasik Arapça sözlük olarak hâlâ Mütercim Asım'ın ‘‘Kamus’’unu kullananlardanım. Kelimeleri kökten bulmaya alışırsanız Kamus'ta bir zorluk olmadığını görürsünüz. Modern Arapça için Hans Wehr'in ‘‘A Dictionary of Modern Written Arabic’’ini tavsiye ederim.

Rasim UZER - ÇANAKKALE: ‘‘Tiryak’’ eskiden yapılan, öksürüğü iyileştirmede ve ağrıları gidermede kullanılan afyonlu macunun adıdır. İçine yılan eti konduğu da rivayet edilir. Keyif verici maddeler kullanmaya düşkün olanlar için söylenen ‘‘tiryaki’’ sözü ‘‘tiryak’’tan gelir.

Tuğçe EREN - İSTANBUL: Bizim ‘‘çilav’’ dediğimiz pilav İran'a değil, İstanbul'a mahsustur ve geleneksel yağsız İran pilavından farklıdır. Çilav sadece ‘‘amberbu’’ pirinciyle yapılır. Amberbu kokulu, ince ve uzun bir pirinç türüdür ama artık çok zor bulunuyor. Piyasadaki ‘‘Basmati’’ pirinçleri aynen olmasa bile amberbuya yakın bir lezzet veriyor.













Yazarın Tüm Yazıları